Salı, Temmuz 19, 2022

 SENİ KÜÇÜK LEKE !

Faruk Nafiz Çamlıbel'in çok sevdiğim şiirlerinden biridir, "Cennet ve Cehennem".
Lise edebiyat kitaplarımda vardı, çok iyi hatırlıyorum.
Belki de, babamın kütüphanesindeki Vasfi Mahir Kocatürk'ün, "Türk Edebiyatı Antolojisi" kitabında rastlamışımdır ilk önce.
İstanbul'un üzerine bir yaz akşamüstüsü çökerken, yaşanan o kızılca kıyameti anlatır bu şiirinde Faruk Nafiz.
"Bir orman yangınıyla kızardı karşı dağlar
Taraf taraf tutuştu meş'aleler, çırağlar
Bir renge girdi eşya günün altın tasında
Bu kızıl kâinatın gezerken ortasında"
diyerek, batan güneşin İstanbul'da çıkardığı muhteşem yangını anlatır.
Şiirde, en çok sevdiğim dizeler ise şöyledir;
"Gördüm, sihirbaz gibi geçtiğini üç kızın
Bu ateş aleminin içinden yanmaksızın.."
Aklıma eski İstanbul gelir bu dizelerle. Henüz dünyada olmadığım zamanların İstanbul'u. Görmeden sevdiğim İstanbul. Yaşam tarzıyla, kültürüyle, doğasıyla, insanıyla.. Sadece surlar içinde kalan, şarkılar ve şiirlerle anlatılan İstanbul..
Yani, şarkıdaki gibi "Ey güzel İstanbul, benim sevgili yarim !" diye seslenilen İstanbul..
İşte o İstanbul'un, cumbalı eski zaman evlerinin birbirine yaslandığı ve bir yokuştan denize inen hanımeli kokulu sokaklarında, akşam güneşini arkalarına alıp yürüyen üç kız canlanır hayalimde. Gençlik çağının o pırıltılı neşesiyle gülüşerek, bir yangının içinden geçerler. Akşam esintisiyle dalgalanan uzun saçları, etekleri savrulan elbiseleri tutuşur da, yanmadan çıkarlar o ateş aleminin içinden. Yüzleri yoktur kızların, o kızıllığın içinde üç gölge, üç sihirbazdır onlar Faruk Nafiz'in dediği gibi.
Onlar gittiğinde, yangının kızıllığı benim yüzümde dalgalanıp oynaşır.
Küçük olurum hemen.. Beş altı yaşlarındaki ben .. Kısa pantolonlu bir çocuk..
Bir köy evinin ocağında çıtırdayan ağaç dallarının alevi, gözlerimin içindedir şimdi.
Ocağın hemen önündeyim işte.
Henüz dünyayı bilmiyor olmanın masumiyetiyle bağdaş kurmuş oturuyorum.
Sonra, alevler içerisindeki dallardan patlayarak kopan küçük bir parça uçuyor ve tüm yakıcılığıyla çıplak bacağıma yapışıyor.
Acıyla bağırıp, ağlamaya başlıyorum.
Koşarak gelen ev sahibi kadın, kucaklayıp göğsüne bastırıyor beni.
Ellerinin, saçlarının, giysilerinin kokusu ne kadar hoş.. Anneminkiler gibi..
Beyaz badanalı kerpiç duvarlar, renkli yastıklarla süslü sedir, kapının karşısındaki demir karyola, çivilerle duvara tutturulmuş ve üzerinde kahve içip fal bakan kadınların resmi olan halı, bir dolabın içinde yığılmış tertemiz yataklar, küçük tahta pencerelere asılmış uçları kırlentli patiska perdeler, duvarın birinde kasketli, bıyıklı ve sert bakışlı bir adamın çerçeveli fotoğrafı, biraz sonra içmek için ocakta kaynatılan sütün iştah açan kokusu, bahçe duvarının üzerinden gülümseyen sarı üzüm salkımı .. Her şey.. Her şey ne kadar da güzel ve dingin..
Bacağımın acısı devam ediyor. Derin bir yanık. Kadının kocası kucaklıyor beni bu kez. İri yarı, kırmızı yanaklı, beyaz gömleğinin üstünde yeleği olan bir adam. Uzun sarı dişleriyle ve bir çocuğunki kadar temiz gözleriyle gülüyor. Güçlü kollarıyla havaya doğru kaldırıyor beni. "Kocaman adam olduğumu ve ağlamamam gerektiğini" söyleyip, kalın bıyıklı ve sert sakallı yüzünü yanağıma yapıştırıyor, öpüyor beni.. İşte aynı hoş kokuyu yine hissediyorum..
Artık çok geride kalmış, eski zamanlara ait hayatların içinde hep var olmuş bir koku bu.. Mutluluğun o doyumsuz kokusu..
Baraj Gölünün yerinde uçsuz bucaksız tarlaların, sıra sıra tepelerin ve küçük mutlu köylerin olduğu; doğanın her yerinden tazelik, bolluk ve bereketin fışkırdığı; akşamları evlerde gaz lambalarının yandığı, elektrik denilen şeyin akşamüstünden gecenin on birine kadar patırtılı sesiyle çalışan bir jeneratörün sokaklardaki solgun ışığından ibaret olduğu; yer sofrasında buluşmuş ev halkının aynı tencereye girip çıkan kaşıklarının doyumsuz yakıcı tadının hissedildiği; geceleri, "evvel zaman içinde / kalbur saman içinde / cinler cirit atarken / eski hamam içinde.. bir varmış.. bir yokmuş.." diye başlayan masalların anlatıldığı; sarı ışıklı gündüzlerde, pembe akşamüstülerinde, siyaha boyanmış gecelerde ve hepsi zamanında gelen mevsimlerde yaşayan insanların, birbirlerini sevip saydığı; sokaklarda huzurun, sakinliğin ve güvenin dolaştığı, hayatın iyilikle, telaşsız ve ağır aktığı bir eski zamandır işte anlatmak istediğim..
Derler ki; belki 1963, belki de 1964 yılıymış. Siyasi seçimler yapılıyormuş ülkede. Öğretmen olan babam ve annem de seçimlerde sandık kurulunda görevli imişler. O gün, işte bu yüzden T... Köyü'nde imişiz ailece. İ.... Ağa namında bir güzel insanın evinde misafirmişiz.
Bir daha hiç öyle tatlısını içmediğim sütün ocakta kaynamasını beklerken, bir küçük ateş parçası, bir "cıngı" yakmış canımı.
Geçen onca yıl içerisinde unuturdum belki bu olayı, hala sağ bacağımın diz yan kısmındaki yanık lekesi duruyor olmasaydı eğer.
Bazen gözüme çarpar da, dokunurum parmaklarımla, gülümserim, ve şöyle demek gelir içimden;
"İyi ki benimlesin ! Sadece dizimde değilsin, gelmiş geçmiş hayatların ve güzel insanların hatırası olarak da yüreğimdesin..
Seni küçük leke !
Mazinin, kalbimdeki yarasısın sen.."

( Temmuz / 2022, İzmit )

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

SEN YAŞTAYIM

İNSANIN MAVİSİ

  Bu sabah deniz, kendimin "Di'li geçmiş zaman"ı. Bir vakit bendeki mavinin solmamış hali. Çocukça güldüren, aşkça ürperten, b...