Çarşamba, Haziran 29, 2022

SEN YAŞTAYIM



 



"Salep içerim ben" dedi kız uykulu gözlerle kendisine bakan garsona, "tarçını bol olsun ama" diye de ekledi. 
Adam, onun inci dişlerle süslü ağzından çocuksu bir gülüşle masaya düşen bu cümledeki "salep" sözcüğünü algıladı sadece.
Kızın küçük burnunun üstündeki kahverengi çillere takılmıştı gözü tam o sıra. "Daha önceden fark etmemişim" diye düşündü.    
Gerçi, nereden fark edebilirdi ki ! Sadece bir kez, o da bir akşamüstü, yazlık sinemaya giden sokağın başında ve çiseleyen yağmur altında bir iki cümle ile konuşabilmişlerdi, hepsi o kadar. 
"Küçük" diye, orada olmayan birine bir sır verir gibi kendi içine fısıldadı adam; "Küçük.. Çilli burunlu bir küçük.."
Kızı iyice çocuk gösteren çilleri sevdi adam, bu yüzden sevindi. Eğilip, kendi içindeki adamla bu sevincini paylaştı, kimse görmeden gülümsedi ona.   
Sonra, çevresindeki sessizliği fark edip gözlerini kaldırınca, başında dikilmiş bekleyen garsonun sabırsız gözleri ile karşılaştı.
Telaşla, "evet, evet, salep" dedi, "tarçınlı olacak, tamam.."
Siparişi alan garson, cevap vermeden, küstah bir yürüyüşle uzaklaştı.
Sabahın oldukça erken bir saatiydi ve kafe neredeyse boştu. 
Denize bakan tarafta, önlerindeki küçük bahçeye yakın bir masadaydılar.
Sert kış rüzgarıyla birlikte, kıyıya vuran köpüklü dalgalardan savrulan damlalar ara ara bahçeyi aşıyor, kafeyi dış dünyadan ayıran camekanlı bölüme çarparak can veriyorlardı.
Her şey nasıl da griydi bu kış sabahında, sis pus içindeydi her yer. Sanki bir el, bir kova gri boyayı dünyanın üstüne boca etmişti geceden. Mavisini kaybetmiş kederli denizin üstündeki martıların kanatlarının bile gri olduğunu şaşırarak gördü adam.  
Bahçede gezdirdiği gözleri, çıplak dalları soğuk kış rüzgarıyla sallanan birkaç ağaçla buluştu. Acıdı adam üşüyen ağaçlara. Dünyanın böylesine grileşmiş olmasına üzüldüğü kadar, ağaçların üşümesine de üzüldü. Ve birden onlarca yıl öncesine savruldu istemsizce. Savrulduğu yerde bir şiir bekliyordu onu.
"Yine başladı soğuklar
Boyuna yağıp duruyor yağmur
Esiyor rüzgar acı acı
Nasıl geçireceksin bu kışı
Elma Ağacı?"
Ne kadar tuhaftı ! Soğuk ve puslu bir İstanbul sabahında, taze çay kokulu bir kafede, çok uzun yıllar önce ortaokulda ezberlediği bir şiiri hatırlamıştı durup dururken. Çocuk kalbiyle, elma ağacı için dertlendiği bir şiirdi bu. Zaten, dünyadaki tüm kötülükleri kendisine dert edinen biriydi adam. Bahçedeki ağaçların elma ağacı olup olmadıklarını bilmese de, üşüyor olduklarını hissetti derinden.
Birden, tepeden tırnağa titreyiverdi adam. Dışarıdaki elma ağaçlarını üşüten soğuktan değildi bu titreme. Karşı karşıya olduğu gerçek, dehşete düşürmüştü adamı. Bu yüzden ürpermişti tüm vücudu.
Kızın düğüm örgülü ve mavi tokalarla desteklenmiş kumral saçına bakıp, "ben ortaokuldayken, bu kız daha doğmamıştı bile" diye geçirdi içinden.
Bu gerçek, adamı rahatsız etti. Bir an, orada olduğuna pişman oldu. 
Yeniden, içindeki adama döndü. "Küçük bu.. Çok küçük.." diye acıyla fısıldadı ona. İçindeki adam, başıyla ve üzgünce doğruladı onu..
Taze süt ve tarçın kokusuyla bu düşüncelerinden sıyrıldı adam. Salepler gelmişti işte. İştahla, ilk yudumu aldı kız fincanından. Ağzını yakan sıcak içecekten gözleri yaşardı. "Çok severim salepi" dedi, gülerek ve yanmış ağzının içinde yuvarlanan sözcüklerle, biraz da mahcup. Adam da güldü. Ama o, ilk yudumuyla birlikte kızın üst dudağında oluşan salepten bıyığa gülmüştü.   
Adamın canı çekti, "keşke cevizli çörek de olsaydı şimdi" diye geçirdi içinden. Çocukluğunun tadıydı, saleple birlikte cevizli çörek. Hem kız da severdi belki, belki de iki tane yerdi şimdi olsaydı.
"Neden birbirinden kopuk şeyler düşünüyorum" diye sordu adam, içindeki adama. "Asıl öğrenmek istediğini soracak gücün yok da ondan, bu yüzden eveleyip geveliyorsun düşüncelerinde" der gibi baktı ona içindeki..
Salepinden bir yudum aldı adam. Ve o sırada, kızın baştan beri durmadan konuştuğunu fark etti. Daldan dala, konudan konuya atlayarak, coşkuyla ve bıcırık bir kız çocuğu telaşıyla anlatıyordu. Arkasından atlı kovalıyormuş gibi, sözcükleri birbiri peşi sıra yutarak, konuştukça konuşuyor, anlattıkça anlatıyordu.
Üstünde yeşil renkli, yarım boğazlı bir kazak vardı kızın. Konuşurken, güzel beyaz boynunun altındaki damarlar belirginleşiyor, gençliğin coşkulu bir simgesi gibi ritmik atıyorlardı. "Ela gözlerine rengini veren şey, bu kazak mı yoksa" diye düşünmüştü adam, daha oturdukları ilk anda. Kafeye girdiğinde kız eldivenlerini çıkartınca da onun bebek elleri ile tanışmış, kızın yanaklarına yapışmış soğuğun kafenin sıcaklığında çözülerek dünyanın en güzel pembesine dönüştüğüne tanık olmuştu.        
Kız devam ediyordu anlatmaya.
" Samatya'daki bir overlokçuda çalışıyormuş epey zamandır. Yedikule'den banliyö treni ile gidip geliyormuş. Patronu suratsız adamın tekiymiş, ama arkadaşlarını çok seviyormuş. Sürekli dikiş makinesinde çalıştığından omuzları ağrıyor, ayakları sızlıyormuş bazı gecelerde. Ama olsunmuş, yine de işini seviyormuş. Öğle arasında bazen, arkadaşları ile sahile inip, kağıt helva ya da midye dolma yiyorlarmış. Hem adam biliyor muymuş, kendisi bir defasında on midye birden yiyebilirmiş.. Sonra bir de, bazı pazar günleri, sinemaya gidiyorlarmış mahalleden arkadaşlarıyla. En çok da Türkan Şoray'ı severmiş artistler içinde. Belki bir gün adamla da sinemaya gidebilirlermiş.. Ha ! Gidebilirler miymiş !
Zaten, adamı da bir molada, çalıştığı atölyenin balkonunda sigara içtiği sırada görmüşmüş. Beyaz gömleğinin kolları sıvalı adamı hep görmek istemişmiş o günden sonra.. "
Biraz soluklanmak için konuşmasına ara veren kız
- "Bak ne yapacağım şimdi", 
diyerek, sol tarafındaki buğulu cama parmağıyla bir kalp çizdi. Kalbin bir tarafına (B) harfini yazdı. Bu onun isminin ilk harfiydi. Tam adamın isminin ilk harfini de kalbin diğer tarafına  yazacaktı ki;
- "Kaç yaşındasın sen ?" diye aniden sordu adam.
Bir an, sağır bir sessizlik oldu.
Adam, kendi sesini tanıyamadı. Soruyu, bir başkasının sormuş olmasını umarak çaresizce çevresine bakındı. Kimsecikler yoktu. İçindeki adam da hayretler içinde bakıyordu ona, nasıl bu kadar kolay sorabildiğine şaşırmıştı.
Şimdi duyulan tek ses, kafenin uzak bir köşesindeki cızırtılı radyodan yükselen nihavend makamında bir şarkıydı. 
Adamın yüzü, kıpkırmızı bir yangının içindeydi. Soluk alıp vermesi durmuştu sanki. Soruyu bin yıl önce sormuş da, henüz cevap alamamış gibi hissetti.
Sonra kız, küçük beyaz elini uzatarak adamın titreyen elini tuttu.
Artık karşısında çilli burunlu küçük bir kız yoktu.
Işıltılı ela gözleriyle, adamın gözlerinin taa arkasına bakan kız, önceki telaşlı halinin aksine, son derece sakin, yumuşak ve sevecen bir sesle konuştu;
- "Senin yaşındayım ben !" dedi, ve sevgi dolu bir seslenişle devam etti.
- "Sen hangi yaştaysan, ben de o yaştayım !"..
Adam duyduklarından sonra, dışarıya baktığında gözlerine inanamadı. 
Nasıl olmuşsa, onlar konuşurken sanki birisi gelmiş de, tüm dünyayı maviye boyamıştı. Elma ağaçları pembe beyaz çiçeklerle donanmıştı. Dallarda  kuşlar neşeyle cıvıldaşıyordu. Denizin üstündeki martıların kanatları ışıl ışıldı. Yağmur yağmış olmalıydı ki, rengarenk bir gök kuşağı yerden yedi kat yüksekte gülümsüyordu.
Gördüklerinin şaşkınlığıyla, bakışlarını kıza çevirdi adam.
Çilli burunlu küçük kız, sevgi dolu gülümsüyordu hala.
Adam, içinde bir tsunaminin koptuğunu duydu.
Birbiri peşi sıra gelen dev dalgalar, boğazına ve gözlerine hücum etti. Bir şeyler söylemeye çalıştı. Yutkundu, başaramayınca ayağa kalktı.
Kız, hızla koşarak adama sarıldı.
- "Sus !" dedi, "Bir şey söyleme, konuşma !" 
Adamın gözyaşları, kızın yeşil kazağını ıslattı.
Kız, bir ara fırsat bulduğunda, adamın kolları arasından neşeyle garsona seslendi;
- "Heeyy ! İki salep daha, bol tarçınlı olacak ama.."


( Haziran / 2022, İzmit )


SEN YAŞTAYIM

İNSANIN MAVİSİ

  Bu sabah deniz, kendimin "Di'li geçmiş zaman"ı. Bir vakit bendeki mavinin solmamış hali. Çocukça güldüren, aşkça ürperten, b...