Perşembe, Kasım 26, 2009

Gitmek Unutulmak Demektir


Sarı, sıcak bir dalgayı ansızın yüzümde hissediyorum. Aynı anda parlak bir ışık gözlerimi kamaştırıyor.
Işık öylesine güçlü ki, saatlerdir oturduğum koltukta ilk kez hareket ederek kendimi geriye doğru çekmek zorunda kalıyorum.
Upuzun bir gecenin ölümcül karanlığını paramparça eden ağustos güneşi, her yerden hızla odanın içerisine doluyor. Parlak bir beyazlık çepeçevre kuşatıyor her yanımı. Bir diriliş başlıyor odada. Eşyalar ve renkler yeniden hayat buluyor ışıkla birlikte. Pencerenin önünden hızla geçen bir kuşun gölgesi bir an duvarda yanıp, sönüyor. Kapalı panjurun simetrik aralıklarından girip yerdeki halıya saplanan ışık huzmelerine boş gözlerle bakıyorum. Açık balkon kapısından gelen sabah esintisiyle titreşen tül perde, gün boyu sürecek absürt bir dansa başlıyor.
“Gece ile gündüzün Araf’ı nerede o zaman?” diye düşünüyorum. Şafak sökmedi mi yoksa bu yaz sabahında? Kızılca kıyamet koparan o sancılı doğum, bu sabah sırasını prematüre bir gündoğumuna mı bıraktı yoksa? Çok sürmüyor, bir kopmanın ardından yaşanan yokluk olgusunun ayırtına varıyorum şaşırarak. Bir hiçlik anı aslında beni yanıltan. Vücudum şimdiki zamanın kollarına tutsakken, kim bilir kaç kez zaman tünelinin sisli dehlizlerinde sürüklenip durmuş olmalıyım gece boyunca. İşte böyle bir anda kaçırdığımı anlıyorum şafak sökümünü. Büyük ve taze bir soluk alıyorum. Düşüncelerimin mesafesiz derinliğinden, en diplerden, vurgun yemeden yüzeye çıkmayı başarıyorum. Zihnim berraklaşıyor..
“Çok mu önemli ki şafağın sökmesi?” diyor içimdeki bir ses. “Hayır ama..” diye itiraz ediyor bir başkası. Bir başka ses araya giriyor. Anlaşılmaz bir şeyler söyleyerek çıkışıyor diğerlerine. Sesler birbirine karışıyor..
Oysa benim işim zamanla. Gitmekle.. Gitme zamanının gelmiş olmasıyla. Bu veda anında zamana direnme isteğinin tüm benliğimi ele geçirmiş olmasıyla ilgili. Yaşam kendi içinde akarken bir daha yaşayamayacağım her anı belleğime kazımak istiyorum.
Günışığı odanın içinde sessizce akmaya devam ediyor. Güneşle birlikte odada yükselen sıcaklık uyuşmuş vücudumu canlandırıyor. Başımı kapıdan tarafa çevirdiğimde duvardaki aynada yansımamı görüyorum. Uykusuzluktan kanlanmış gözlerime ve çürümüş gözaltlarıma hoşnutsuzlukla bakıyorum. Birkaç kez gözlerimi açıp kapıyorum ama bir yararı olmuyor. Aynada asılı kalan yansımam, iğreti bir tebessümle başka birine aitmiş gibi bana bakmaya devam ediyor. Odanın ortasında toplanmış eşyalara kaçamak bir bakış atıyorum. Aynadaki adam da aynısını yapıyor. Kanıksamış gözlerle bakıyor eşyalara. “Demek, yine gidiyorsun öyle mi?” der gibi. Bana ise acıyarak bakıyor. Hatta aşağılayarak. Onunla baş etmenin boşa bir çaba olduğunu umarsızca duyarak yeniden gözlerimi kapatıyorum.
Sokaktaki alışıldık sesleri duymaya çalışıyorum. Yıllarca hiç umursamadığım bu sesleri şimdi bir anı olarak saklamaya kalkışmak ne kadar da tuhaf. Giderayak barışıyorum beni her defasında kızdıran çöp kamyonunun homurtulu sesiyle. Simitçi çocuğun detone sesi bile duygu yüklü geliyor bana bu sabah. İşte, üst kattaki yaşlı kadının ayak sesleri bu duyduklarım. Balkondaki çiçeklerine su veriyor sevgi dolu sözlerle. Aç bir kedinin hüzünlü çığlığını sanki kucağımdaymış gibi duyuyorum. Yakındaki bir inşaattan yükselen arsız çekiç sesleri, bir sokak ötedeki caddede koşuşturmaya başlayan otomobillerin uğultusu ve diğerleri.. Sırada başka sesler de var. Birbirine karışan, bir harmoni içerisinde kente can veren sesler. Benim sokağımın sesleri..
Birden aklıma geliveren bir söz, sokağımın sesleriyle arama giriyor.
“Sözüm ki tek sana geçmez; celladımsın ey zaman! “
Bir kitapta okuduğum bu cümleyi hatırlamak hoşuma gidiyor ve birkaç kez tekrarlıyorum;
“Celladımsın ey zaman..
Celladımsın ey zaman..
Celladımsın..
Celladım..”
Zaman denilen uçsuz bucaksız sonsuzlukta ne kadar da basit kalıyor içinde bulunduğum “şu an”. Yaşamda geçmiş yok elbette, bunu biliyorum. Ellerimin arasından kayıp gitti ve bir sabun köpüğü gibi sönüverdi yaşadıklarım. Tabii ki bana aitler ama benimle değil artık onlar. Belli belirsiz izler var şimdi zamanın geride bıraktığım dönemeçlerinde. Gelecek mi? Henüz benim değil ki o. Belki de hiç olmayacak. Benim olan, sadece “şu an”. Ama nasılda çabuk eskimeye başlıyor “şu an” ve her şey? Soluk alıp verdikçe yaşamda “an” bitiyor, yaşanmışlık başlıyor. Yeni bir yaşanmışlığa doğru kanatlanmak ve yıllardır bir parçası olduğum bu yerden gitmek üzereyim işte. Bu düşünceyle birlikte genzim yanmaya başlıyor. Yüreğimde açılan derin çukuru doldurmaya hazır gözyaşlarımı çok yakınımda hissediyorum. Ama bu kez gözyaşlarımın derinliğinde boğulmamaya kararlıyım. Başarıyorum da bunu..
Hepimizin yaşamında gitmeler var kuşkusuz. Hangi yaşam vardır ki içinde hiç gitme olmasın? Haberli, habersiz gitmeler. Bir nefes gibi sessiz gitmeler. Ya da çığlık çığlığa paramparça gitmeler. Acıtan, kanatan, geride kalanı yok eden insafsız, zalim gitmeler de var her bir yaşamda. Ama bir yaşam ne kadar gitmeyi sığdırabilir ki içerisine? Ya da bir gitme kaç yaşamı yok etmektedir aslında? Ve benim gitmelerimin kaçıncısıdır bu?
Işıkla birlikte düşüncelerimde bir çağlayandan dökülürcesine akmaya devam ediyor. Bulunduğum yerden (….) tabyalarının yüksek sırtlarını görüyorum. Çiy yağmış olmalı erkenden. Toprak buğulanmış, tütüyor. Daha yukarılarda ak bulut kümeleri gözüküyor. Mavi bir perdeye çengelli iğneyle tutturulmuş gibi asılı duruyorlar. Sıcak bir ağustos günü ağır ağır çöküyor sokağımın ve kentin üzerine..
Birden bir şimşek çakıyor zihnimde karanlıkları yırtarak. Bir yıldız ağıp gidiyor kalbimin kuytu köşelerine doğru. Tümden ışığa kesiyor ansızın, bir yanı gece diğer yanı gündüz belleğimin her yanı. Bir anlık aydınlık yetiyor her şeyi anlamama. Bunu neden daha önce düşünemediğime şaşırıyorum. Ama olsun, artık biliyorum. Kendime söyleyemediğim, içimi acıtan gerçekle yüz yüze geliyorum. Öyle ya, gitmek değildir aslında yıkıcı olan. Unutulmaktır.. Her gitme, unutulmayı da getirir beraberinde çünkü.. Gidenin de kalanın da bildiği ve birbirine söyleyemediğidir bu. Ve her gitme taze bir yara açar kuşkusuz giden ve kalan yüreklerde. Kanayan ve sızlayan bir yara.. Hep taze kalacağı düşünülür ama bir sabah kahverengi bir kabuk bağladığı görülür geçmez sanılan yaranın. İşte böyle bir sabahta başlar unutmak ve unutulmak. Ve işte böyle bir sabahta iyileşmeye başlar onmaz denilen yara günbegün. Gördükçe ya da dokundukça hatırlanır sadece. Oradadır ama kanamıyordur artık. Acıtmıyordur da.. Sonra kahverengi kabukta düşer bir gün. Pembe bir iz kalmıştır artık geriye yaradan. Akan zamanla birlikte bu pembelik gittikçe soluklaşır ve sonunda hiçbir şey kalmaz geriye. Taze yara iyileşmiş, gitmek; unutmak ve unutulmak olmuştur..
Günışığı odanın içinde, zamansa kendi sonsuzluğunda akmaya devam ediyor.
Çevremdeki bütün seslerin sustuğunu fark ediyorum..
Dışarıda gölgeler uzamaya başlamış olmalı..
Genzimdeki yanmayı şimdi bütün ağırlığıyla boğazımda duyuyorum..
Aynadaki adamla göz göze geliyoruz. “Gitmeleri hiç sevmem. Gitmek, unutulmak demektir çünkü” diyorum.
Susuyor.. Aynı iğreti tebessümle bana bakmaya devam ediyor..
Ben de susuyorum..
Sonra oturduğum koltuktan kalkıp, umarsız ve yılgın adımlarla gitmeye ve unutulmaya doğru yürüyorum..

İstanbul, 26/11/2009

Perşembe, Ekim 08, 2009

Köpüğü Hiç Sönmesin

Her gün görüyorum O’nu.. İşime gidip gelirken her gün en az iki kez önünden geçiyorum. İki yüzyıllık bir geleneği simgeleyen O’nun gün ışığındaki dingin halini de seviyorum, akşamları rengarenk ışıltılı halini de..
“Ayşekadın Semti’nde eski İstanbul Caddesi’nin Talatpaşa Asfaltı’na bağlandığı noktada ve Kadı Bedrettin Camii önünde” olarak tarif etmek mümkün yerini.
Edirne’ye gelmiş olanlar mutlaka görmüşlerdir O’nu. Çiçeklerle bezenmiş yeşil bir alanda sularını kubbemsi bir görüntüyle yükseğe fışkırtan bir havuz.. Havuzun ortasında yukarıya doğru uzanan taştan bir insan eli ve renk renk taş meyve figürleri ile dolu bir tabak.. Yani yaygın ismiyle, Mis Sabun Heykeli..
Edirne kültürüne ve geleneksel el sanatlarına yabancı olanlar için başlangıçta bir anlam ifade etmeyebiliyor Mis Sabun Heykeli. Hatta çeşitli meyve figürlerinin gösterildiği bir heykeli Edirne ile ilişkilendirmekte zorlanabilir bile insan. İlk anda fark etmeyebilir iki yüzyıllık bir geleneğin simgelendiğini bu heykelle..
Ancak Edirne kültürü ile ilgili küçük bir araştırma yaptığınızda, özgün bir el sanatı olan “mis meyve sabunculuğu” nun bu heykelle sembolize edilmiş olduğunu öğreniyorsunuz.
Tek tek elle yapılan, her birine elma, armut, şeftali, limon, portakal, üzüm, incir, muz, çilek, kayısı, erik, kiraz gibi sayısız meyvenin biçimi verilen ve her meyvenin özgün kokusunu taşıyan sabun hem geleneksel bir el sanatına konu olmuş, hem de mis meyve sabunculuğu halkın bir kesiminin geçim kaynağını oluşturan bir sektör haline gelmiş Edirne’de. Sabuni Mahallesi’de, bu özgün el sanatının bir mirası ve uzantısı gibi günümüze kadar kalmış durumda.
Dünya’da sabunu ilk yapanların Mısırlılar olduğunu yazar tarih kitapları. Kokulu sabunu ilk yapanlar da Türklerdir. Temizliğin simgesi olan sabun, 17. yüzyıldan itibaren Edirne’de yeni bir kültürel kimlik kazanmış, Edirneli ustaların elinde yalnızca bir temizlik malzemesi değil aynı zamanda bir güzellik ve süslenme ürünü olmuş. Osmanlı sarayında kadınların gözde kokusu olan mis meyve sabunu, padişahların başka ülke hükümdarlarına gönderdikleri hediye sandıklarında önemli bir yer edinmiş, genç kızların çeyizlik sandıklarındaki değerli süs eşyaları arasında yerini almıştır.
Yazılı kaynaklar, iki yüzyıllık meyve kokulu sabunculuğun son geleneksel ustalarının Edirne’ye 1905 yılında gelen Selanik göçmeni Çamdere ailesi olduğunu, 90’lı yıllarda bu el sanatının unutulmaya yüz tuttuğunu, daha sonra bu özgün el sanatının yeniden canlandırıldığını belirtiyorlar.
Bugün hünerli eller atölyelerde ya da evlerde, iki yüzyıllık geleneğin birikim ve ustalığıyla sabunu biçimlendirmekte, ona renk ve koku vermekte, içerisine temizlik, sağlık ve güzelliği katmaktalar.
Edirne’ye dışarıdan gelenler, sözgelimi Ali Paşa Kapalı Çarşısı’na ya da Selimiye Arastası’na gittiklerinde kendilerini rengarenk, her meyveye özgü biçimi, hoş ve ferahlatıcı kokusuyla karşılayan mis meyve sabununu beğeniyle almakta, dönüşlerinde güzel bir Edirne anısı olarak yanlarında bulundurmaktalar.
Edirne’nin tanıtımında önemli bir yeri olan yaşayan bu el sanatının, halkın bir kesiminin geçim kaynağı olmasıyla kent ekonomisine dinamizm kattığı doğrudur. Ancak, bu durum mis meyve sabunculuğunda bir standardı da gerekli kılmaktadır. Bu güzel el sanatını yaşatıp gelecek kuşaklara aktarmak, sanırım ona kalite ve standart kazandırıldığında daha kolay olacaktır.
Dilerim, Edirne’nin iki yüzyıllık bu özgün el sanatı tüm ülkede ve dünyada ünlensin..
Dilerim, mis meyve sabununun köpüğü hiç sönmesin..

Edirne, 09/07/2007






Pazartesi, Eylül 21, 2009

Piknik ve Ölüm



60'lı yılların ortası ile sonu arasındaydı ilkokul öğrenciliğim. Almus Atatürk İlkokulu’nun siyah önlük-beyaz yakalı, 136 numaralı öğrencisiydim..
Aynı okulda öğretmendi annem ve babam. Kız kardeşlerimde aynı okulda öğrenciydiler. Öğretmen anne babanın çocuğu olduğunuzda erken oluyor tebeşir tozuyla tanışmanız ve hiç bitmiyor öğrenciliğiniz.
Özlemle andığım, hayatımın bu unutulmaz dönemini geride bırakalı neredeyse kırk yıl olacak. Tahmin edebileceğiniz gibi artık okulumun yerinde çok katlı sevimsiz binalar yükseliyor. Kışları üzeri buz tutan, yazları ise öğretmenlerimizin çevresindeki tahta sandalyelerde oturup “Fertek gazozu” içtikleri küçük havuzun yerinde yeller esiyor. Mayhoş tadıyla birlikte beyaz yakamızdaki kırmızı lekelerin sorumlusu vişne ağacı da yok artık. Okulun bahçesi de.. Artık olmayan o kadar çok şey var ki.. Öğretmenim de yok, pek çok arkadaşım da.. Yaşam, geride kalan her şeyi bir sis perdesinin arkasına atarak kendi bildiğince akıp gidiyor..
Her neyse.. Yazmaya başlamadan önce bir soruya yanıt arıyorum. Baharın bütün güzelliği ve nimetleriyle Edirne’nin üzerine çöreklendiği, pırıl pırıl bu Nisan sabahında neden ilkokul öğrenciliğimi hatırlıyorum? Hayatımın bu dönemine ilişkin sayısız anı içerisinden neden piknik yapmak gibi sıradan birisi öne çıkıyor? Okul olarak pikniğe gitmiş olmak anı olabilir mi ki? Yine de ayrıntıları ile hatırlamaya başlıyorum..
O yemyeşil, tatlı, güzel bahar geldikten bir süre sonra akıllara ve gönüllere düşerdi piknik yapmak.. Hem öğretmenlerimizin, hem de bizim. Günler öncesinden haber verilirdi okulca pikniğe gidileceği. Ve herkesi bir telaş alırdı günler öncesinden.
Hani, pikniğe gitmek diyorsam da yolların toz-toprak olduğu zamanlardır sözünü ettiğim. Ulaşımın zor olduğu. İlçede, bir “cipci Hayri amca” nın Amerikan eskisi var yeşil renkli. Bir de Tokat-Almus arasında yolcu taşıyan ve pikabında Şükran Ay’ın hüzünlü şarkılarının çalındığı minibüs. Böyle olunca; başka yerlere, ilçelere ya da illere gidilerek yapılmazdı piknik. Ya da bunun adına siz ne derseniz. Gezi ya da başka bir şey..
Sabahın erken saatlerinde günlük giysilerle okulda toplanılır, tıpkı bir bayram törenine gidiliyormuş gibi sıra olunarak, öğretmenlerin nezaretinde yürümeye başlanırdı. Hepimizin ellerinde yiyecek sepetleri tabii.. Gidilecek yer en fazla birkaç kilometredir. Neresi mi? Belki “Yedi Gözeler” , belki “Tufan tepe” ya da “baraj” taraflarında başka bir yer.. Adı ne olursa olsun, gidilecek yerde bizi bekleyen hayatın kendisidir. Doğanın kucağıdır. Yaşama sevincidir, coşkusudur. Bu coşkuyu şarkılarla süslerdik yol boyunca;
“Yaylanın yolundayım balam,
Gürgenin dalındayım.
Annem beni sorar ise
Okulun yolundayım..”

………………………………….
Yeşilin bütün tonlarının harmanlandığı, börtü böceğin, sayısız çeşitlilikteki rengarenk çiçeğin süslediği, birbirinden sevimli kuşların şarkı söylemekte yarıştıkları, şırıl şırıl kaynak sularının tatlı serinliğini çevreye saçtıkları piknik yerinde yapardık kahvaltımızı. Neredeyse bir ağaç, yaprak, ot-çimen denizinin içerisinde.. Akşamdan haşlanmış yumurtalar yeşil soğanla birlikte “işkefe” lere sarılıp dürüm yapılır, zeytinyağlı dolmalar, köfteler, annelerimizin yaptığı gül-vişne reçelleri, “çökelikli” ler, “katmer”ler çıkartılır sepetlerden, hormonsuz, genetiğiyle oynanmamış sebze-meyveler iştahla yenirdi.
Sonra oyunlar başlardı sabırsızlıkla beklenen. İp atlanırdı, birdirbir, uzun eşek, körebe, elim sende oynanırdı.. Peşinden de bir sürü yarışma yapılırdı, kıyasıya kazanmaya çalıştığımız. Çuval yarışı, kaşıkta yumurta koşusu, mendil-ağaç kapmaca şimdi hatırlayabildiklerim. Koşardık, terlerdik, yanaklarımız al al olurdu, eğlenirdik, mutlu olurduk pikniklerde. Akşama kadar sürerdi yeme-içme ve oyun-eğlence.. Sonunda yorgun ve mutlu dönerdik evlerimize.
Dedim ya, günler öncesinden haber verilirdi okulca pikniğe gidileceği ve herkesi bir telaş alırdı günler öncesinden. Ama uyku tutmazdı biz çocukları pikniğe gidileceği günden önceki gece. Heyecanla sabahın olmasını, bir an önce uykuya geçmeyi ve gözümüzü açtığımızda sabahın olduğunu görmeyi isterdik. Sabah olmasına olurdu ama hiç aklımıza gelmeyen acı bir sürprizle karşılaşırdık bazen. Bir gün önceki pırıl pırıl güneşli havaya rağmen piknik sabahı gök gürültüleri arasında hiç dinmeyecekmiş gibi bir yağmura uyanırdık. Neredeyse sel götürürdü her tarafı.
Hissettiğimiz, bir kırgınlık duygusu olurdu..
Bir isyan..
Nasıl yağmur yağabilirdi tam biz pikniğe gidecekken?
Ve bunca hazırlık yapmışken..
Çocukça bir üzüntü yüreğimize oturur, kalırdı..
Ama artık devir değişti. Benim zamanımdaki pikniklerin yerini okul gezileri aldı çoğunlukla. Başka illere, ülkemizin değişik yörelerine, hatta başka ülkelere yapılan. Otobüsle, trenle, uçakla gidilen..
Sabah televizyondan aldığım bir haberdi aslında bana ilkokul öğrenciliğimi hatırlatan. Yürek burkan, kara bir haber..
“İzmir Zafer İlköğretim Okulu öğrencilerini Kapadokya gezisine götüren otobüs, Aksaray’a 58 kilometre mesafede kum yüklü kamyonla çarpıştı.. Kazada (!) çoğu öğrenci ve velilerden oluşan 30’un üzerinde kişi öldü.. Çok sayıda yaralı var..”Sonra televizyon kanallarında ve internette ayrıntılar.. Uyuyan sürücü, hatalı şerit değiştirme ve kim bilir hangi sürücü kusuru haberleri.. Küçük öğrencilerin kaza öncesi otobüsün içinde şarkı söyleyerek eğlendiklerine dair kamera görüntüleri..
Ve ne tuhaf.. Pikniğe gidilecekken yağan yağmurun bana hissettirdiklerini, onca yıl sonra bu tatil sabahı bütün benliğimde yine duyuyorum..
Sanki pikniğe gideceğim..
Sanki şakır şakır yağmur yağıyor..
Pikniğe gidemiyorum..
Kırgınım..
İsyan ediyorum..
Derin bir üzüntü yüreğime çörekleniyor..
Hiç kuşkum yok.. İzmir Zafer İlköğretim Okulunun o minik yürekleri de benim on yıllar önce duyduğum heyecanı duymuşlardı gezi öncesinde. Kim bilir ne hayaller kurulmuştu Kapadokya gezisi ile ilgili? Hem gerçekten perili miydi ki görülecek olan o bacalar? Belki de en çok merak edilen buydu kim bilir? Büyük olasılıkla zar zor izin almışlardı bazıları ailelerinden. Giysiler, fotoğraf makineleri hazırlanmış, dönüşte arkadaşlara alınacak hediyelerin listesi yapılmış, harçlıklar denkleştirilmişti..
Bu da bir piknik-gezi idi sonuçta. Gezilmeli, görülmeli, eğlenilmeli, mutlu dönülmeliydi eve. Daha doğrusu benim piknik-gezilerim böyleydi. İşte anlatıyorum yıllar sonra, yazıyorum.. Ya onların ki? Bakar mısınız ne olduğuna? Masum yavrular, cansız bedenleriyle dönüyorlar evlerine.. Tüm ülkeyi yasa boğarak.. Anne-babalarının, yakınlarının, arkadaşlarının, sevenlerinin yüreklerinde asla onarılamayacak derin yaralar açarak..
Yeşermeyi bekleyen, ülkemizin geleceği, umudu, her şeyi olan, masum ve günahsız hayatlar; cehalet, eğitimsizlik ve ilkellik tarafından yok ediliyor.
Hayatın anlamını kavrayamamış, insan sevgisinden yoksun canavarlar trafik terörü adı altında hepimizin bir parçasını almaya devam ediyorlar..
Bırakın şehirlerarası yolları, büyük kentlerin en işlek caddelerinde bile trafik kuralları pervasızca ihlal ediliyor. Siz kırmızı ışıkta beklerken, yanınızdan jet hızıyla geçen maganda, dikiz aynasından iğrenç yüzünü size gösterip sırıtıyor. İlkellik, medeniyetin önünde gidiyor..
Bu güzel bahar sabahında evdeyim..
İçimde bir kırgınlık var..
İsyan ediyorum..
Oysa pikniğe gidecek değildim..
Dışarıda yağmur da yok..
İzmir Zafer İlköğretim Okulu öğrencilerinin kara haberi derin yaralar açıyor yüreğimde..
Yağmurlar yüreğime yağıyor..



Edirne, 14/04/2007


Aktütün'deki Asil Ruh



“Vatan-Sana-Canım-Feda
……………………………”

Hepsinin bir ismi var elbette..
Muhammet, Hasan, Ramazan, Davut ya da Hakkı gibi…
Ait oldukları bir vatan toprağı da var hepsinin kuşkusuz. Erzurum, Siirt, Ordu, Adana ya da İzmir diye anılan…
Her birimizin neleri varsa onların da var aynısından..
Göğsünde büyüdükleri anaları, aynı karında yattıkları kardeşleri, baldan tatlı çocukları, sevdalarını fısıldadıkları nişanlıları, can yoldaşı eşleri var..
Sırlarını paylaştıkları arkadaşları, külüne muhtaç oldukları komşuları, bayramlarda elini öptükleri öğretmenleri de…
Bir de yirmili yaşları var hepsinin. Yaşamdan alacakları var vatan borcundan sonraya bıraktıkları.. Maviye boyadıkları düşleri, yüreklerine sığmayan ümitleri, taşkın bir nehir gibi özlemleri var sıralarını bekleyen..
Sonra paylaştıkları kaderleri var birbirleriyle Aktütün’ün mavi göğünün altında.
Aynı karavanaya kaşık sallarken, nöbet yerinde hüzünlü bir türkü mırıldanırken, uyumayan düşmanı beklerken, sabahları gün ışığında “her şey vatan için” diye haykırarak yürüyüş kararı sayarken, yıpranmış bir fotoğrafın üzerine bir damla gözyaşı dökerken, demli bir çayı buğusuyla yudumlarken paylaşılan bir kader..
Aktütün’de başka şeylerde var..
Bir tarafta asil bir ruh var.. Diğer tarafta hain ve kalleş bir düşman..
Asil ruhun vatanı için dökecek asil kanı var.. Öbürünün üzerindeyse insanlığın laneti ..
Asil ruh vatanı için mübarek kanını dökerek en yüce mertebeye yükseliyor..
Milletine layık evlat olmanın gururuyla veda ediyor..
Ateş elbette düştüğü yeri yakıyor.
Ateş, Türk Milleti’nin bağrına düşüyor..
Asil millet yangın yerine dönen bağrına aldırmadan birbiriyle kenetleniyor.
Kırmızı-beyaz Türkiye asil evlatlarını uğurluyor..
Edirne, 08/10/2008

Pazar, Nisan 26, 2009

Saçları Kınalı Kadın

Ayların en güzeliydi.
Mayıs’tı.
Yıldızların mavi pırıltılarının gök kubbede uçuştuğu berrak ve dingin bir geceydi.
Zamanların da çok eskisiydi.
Uzun savaş yıllarının yorgunluğunun ve yoksulluğunun tüm ülkenin üzerine karabasan olup çöktüğü uğursuz bir çağdı.
Gündüzleri tozlu sokaklarında mutsuz insanların bir gölge gibi dolaştığı bu küçük kasaba, gün batımıyla birlikte karanlığın bir parçası oluvermişti.
Tek katlı ahşap evin sokağa bakan pencerelerinde karartma gecelerinin kalın siyah örtüleri vardı.
Bahçeye bakan tek pencereden sessizce içeriye süzülen ay ışığı, çıplak tahta döşemelerin üzerindeki solgun rengiyle karanlığa can veriyordu.
Yakınlarda bir yerdeki İshak Kuşu’nun iç çekişiyle uyandı saçları kınalı kadın.
Tek katlı o ahşap evdeki, ay yüzlü ve saçları kınalı kadın.
Çocukça uykunun kollarındaki kızlarına sevgiyle baktı.
Sırtına şalını alarak, tahta kapıyı usulca açıp bahçeye çıktı.
Yeşil baharın baygın kokusuyla dolu tertemiz havayı içine çekerek bir süre burada bekledi.
Gecenin bu ilerlemiş saatindeki hafif rüzgarın serin elini vücudunda duyarak ürperdi.
Beyaz çiçeklerle bezenmiş ve gecenin loşluğunda her biri gelin duvağını andıran kiraz ağaçlarının arasından yürüyüp, havuzun başına kadar geldi.
Her yere sinmiş olan derin sessizliği küçük havuzun kırmızı boyalı fıskiyesinden dökülen su damlacıkları bozuyordu.
Üzüm asmalarının sarıp sarmaladığı derme çatma kameriyenin altındaki tahta sandalyeye ilişerek havuzu seyre daldı.
Sihirli bir el hiç durmaksızın gökyüzüne avuç avuç pırıltılı inciler saçıyor, ne var ki bu muhteşem cömertlik havuza düşen damlalarla bir serapa dönüşüyordu.
Yakınlarda bir yerdeki İshak Kuşu içini çekti..
Öyküye göre; “Birbirine kavuşamayan sevgilileri Tanrı İshak Kuşu yapmıştı. Ve onların içlerini çekmeleri, yürek burkan feryatları da ayrılık acısındandı.”
Bu hüzünlü çığlığı duyunca başını kaldırıp geceye baktı ve giz dolu gülümsedi saçları kınalı kadın.
Kavuşamayan sevgililerin her bir öyküsü yürek yakıcıydı elbette.
Kavuşup, murada ermeyince aşk neye yarardı ki zaten?
Hem, yoksulluk ve ölümle birlikte insanın birbirinden seçilmeyen üç derdinden biride ayrılık değil miydi?
Türkü ne de güzel anlatıyordu aslında ayrılık acısını.
“Ölüm ile ayrılığı tartmışlardı, elli dirhem fazla gelmişti ayrılık..”
Doğruydu; ayrılık, ölümden acıydı..
“Ya, terkedilmişliğin acısı nasıl anlatılır?” diye düşündü bir an.
Kaç İshak Kuşu'nun çığlığı bir araya gelmeliydi bunun için bilinmez.
“O zaman bir de benim öykümü dinle yüreği yaralı İshak Kuşu” diye mırıldandı gecenin boşluğuna ay yüzlü ve saçları kınalı kadın.
Gökyüzünde ağlamaklı bulutların asılı durduğu, puslu ve kurşun gibi ağırlığıyla insanın içini daraltan o uğursuz günü hatırladı bir kez daha.
Kereste fabrikasında işçi olan kocasının akşama doğru eve dönüşünü boş yere beklemişti iki küçük çocuğuyla beraber.
Zaten bundan sonra da, tüm yaşamı boyunca ne yüzünü görecek, ne de bir haber alacaktı ondan. “Kocasının, aynı fabrikada çalışan bir kadınla kaçarak uzak diyarlara gittiğini” öğrenmişti, kendisine acıyarak bakan eş-dosttan.
Terk edildiğini anladığında derin bir sessizliğin içinde kara bir taş gibi soğuk ve suskun kalmıştı günlerce.
Yüreği aldatılmışlığın acısıyla dilim dilim doğranmış, kadınlık gururu cam kırıklarıyla örselenmiş, aşağılanmıştı.
Gözbebeklerine yerleşen sitem zamanla büyüyerek yerini öfke kıvılcımlarına bırakmış, içini kasıp kavuran yangınlar çıkarmıştı.
Çocuklarının masum yüzlerine baktıkça yüreği bir dağ gibi kabarmış, göz pınarlarında biriken damlalar önüne çıkan her şeyi yok eden amansız bir sele dönüşmüştü.
Bir kadına yapılabilecek en büyük haksızlık başına gelmiş, fedakarca her şeyini verdiği kocası tarafından başka bir kadın uğruna zalimce terk edilmiş, bu savaş ve yoksulluk yıllarında iki küçük çocukla koca dünyada bir başına kalmıştı.
Çok uzaklardaki bir deniz kentinden geldiğini bildiği kocasının ailesini hiç tanımamıştı.
Kendi ailesi ise terk edilmişliğinin üzerine bir kabus gibi çökmüştü, “kendi düşenin ağlamayacağını” söyleyerek.
Bir süre sonra da nasırlaşan yüreği ve berraklaşan zihniyle acı gerçeği kabullenmişti saçları kınalı kadın.
Paramparça bir yaşam biçilmişti demek ona iki çocuğunun babası tarafından.
O zaman, yüreği kanlar içinde de olsa kendi savaşını başlatmalı, çocukları için var olmalıydı.
Bu inanç ve onurla başını kaldırıp bitmekte olan geceye baktı..
Yıldızların mavi pırıltıları gök kubbede görünmez olmuştu..
Zamanların en kötüsüydü..
Yoksulluğun hüküm sürdüğü, ekmeğin karneyle verildiği uzun savaş yıllarıydı.
Ansızın başlayan rüzgarla ağaçların yaprakları hışırtılı sesler çıkararak sallandılar..
Küçük havuzdaki su üşüyüp, titredi..
Kiraz ağacının çiçekleri yerlere savruldu..
Oralarda bir yerdeki İshak Kuşu içini çekti..
Saçları kınalı kadın gözyaşlarını yüreğine akıttı..

Edirne, 26/04/2009

Perşembe, Nisan 02, 2009

Sarı Işığın Gücü


Her şey, birdenbire karanlığa gömüldü.
Yüzler, renkler ve sesler ansızın yok oldular.
Kör bir kuyuya düşer gibi..
Elektriğin kesildiğini anladıktan sonra, el yordamıyla bir köşeden bulunarak yakılan mumun hüzünlü sarı ışığı aydınlattı etrafı, belli belirsiz.
Sonra da; o yumuşak huylu, şişman gövdeli mumun duvarda titreyen ışığının gölgesiyle birlikte başladı geçmişe yolculuğum.
Benim kuşağım çok iyi hatırlayacaktır elektriğin olmadığı zamanları. Karanlık, yaşam biçiminin önemli bir ayrıntısıydı o dönemlerde. Yaşamın akışını gün ışığı belirlerdi dersek abartmış olmayız sanırım. Teknolojinin şimdiki gibi baş döndürücü bir hıza ulaşmadığı o yıllarda zaman bol, hayat telaşsız olsa da gündüzün geceden daha fazla yaşandığı da bir gerçekti.
Her neyse; yaşamımızda elektriğin olmadığı zamanlardaki aydınlık yüzlü dostlarımızı hatırlayalım biz isterseniz.
Evlerde en çok kullanılan aydınlatma aracı gaz lambasıydı sanırım. İçinde gazyağı bulunan, çoğunlukla kalın camdan yapılmış yuvarlak bir gövdesi vardı gaz lambasının. Gövdeye bitişik kulpundan tutarak gittiğiniz yere götürebilirdiniz onu. Ya da duvardaki bir çiviye asabilirdiniz ışığından yeterince yararlanabilmek amacıyla. Yani, her evin olmazsa olmazıydı ve başköşesinde yerini almıştı gaz lambası.
Önce gazyağı ile ıslanmış fitili tutuşturulur, bir düğmenin yardımıyla fitilin boyu ve böylelikle ışığı ayarlanırdı. Fitilin alevi çevreye sıçramasın ve rüzgardan korunsun diye uzun, bombeli ve ince bir camı da vardı gaz lambasının. Ama çoğu zaman da mızıkçılık yapardı bu eski dost. Bir şeylere kızmış olmalı ki, keskin bir gazyağı kokusuyla birlikte tütmeye başlardı ansızın. Hem ince uzun camında, hem değdiği her yerde siyah lekeler bırakırdı. Ama olsundu.. Gazyağlı lambayı, eski zamanların bu aydınlatma aracını unutulmaz yapanda isli camı değil miydi zaten?
Bir de idare lambası vardı hatırladığım. Adını nereden almıştı kim bilir? Bir adı da “şinanay” mıydı ne? Ters huni şeklinde tenekeden bir gövdesi, alevden küçük bir dili vardı. Genellikle evlerde bir odadan diğer odaya giderken kullanılır, evde herkes yattığında ortak bir alanda gece lambası işlevi de görürdü.
Daha pek çok aydınlatma aracı vardı o dönemlere ait elbette. Siz sayın isterseniz benim hatırlayamadıklarımı. En eskilerinden biri olan yağ kandilinden, karanlık sokaklarda bir Diyojen tavrıyla yürürken bize eşlik eden el fenerine, hatta güçlü beyaz ışığıyla ayrıcalık sembolü lüks lambasına kadar niceleri boy göstermişti karanlık dünyamızın içinde..
Sonra, elektrik giriverdi yaşamımıza. Uygarlığın sunduğu en güzel armağanlardan biri olarak.
Aydınlık, rengarenk ışıklı bir dünyamız vardı artık.
Hayat kolaylaşmıştı doğrusu elektriğin gücüyle birlikte.
Bir zamanların aydınlatma araçları birbiri ardı sıra çıkıp gittiler yaşamımızdan. Sessiz sedasız ve kaçınılmaz bir ayrılıktı bu. Terk eden bizdik aslında acımasızca. Yine de hiç sitem etmeden, tarih sahnesinde yerlerini aldıklarına tanık olduk bu güleç yüzlü dostların.
Zaman zaman hatırladık da onları. Elektriksiz kaldığımızda yardım dileyip, işimiz bittiğinde fırlatıp attık bir köşeye, minnetsizce.
Aslında, çok sonradan fark edecektik bu nostaljik aydınlatma araçları ile birlikte hayatlarımızdan nelerin de çıkıp gittiğini.
Akşamları tüm aileyi aynı odada buluşturan gaz lambasının bu sihirli gücünden mahrum kalmıştık en başta.
Ne kadar büyük olursa olsunlar, akşamları tüm evler tek odalıydı sanki gaz lambalı yaşamda.
Ailenin bir araya geldiği, bazen konu komşunun da şenlendirdiği bu tek odalar, gaz lambasının titrek sarı ışığının altında insan ilişkilerinin doyasıya yaşandığı kutsal mekanlardı hiç kuşkusuz.
Öyle ya, şimdiki gibi aynı evin içinde ayrı yaşamları yoktu aile bireylerinin.
Aynı çatının altında ayrı odalarda; televizyon dizilerinden, bilgisayarlardan, internetten ve daha nelerden yalnız ve soğuk dünyalar yaratmamıştık henüz kendimize..
Peki, o zaman ne mi olurdu dediniz, gaz lambalı akşamlarda?
İsterseniz on yıllar öncesinin tozlu raflarından böylesi bir akşamı geri çağırıp bakalım neler olduğuna.
İster puslu ve gri bir kış akşamı olsun erkenden evlerin üzerine çöken, ister altın ışıklı bir yaz gününün geçten geç pembe akşam üstüsü..
Evlerde dingin ve huzur dolu saatler başlarken, bir yandan da gaz lambası hazırlanırdı akşam için. Camdan göbeği gaz yağıyla doldurulur, uzun bombeli camı pırıl pırıl temizlendikten sonra da fitili ateşlenirdi.
Eşyayı türlü şekle sokan, her birinin esrarlı gölgelerine duvarlarda can veren bu sarı ışık, insanların yüzlerine de hüzünlü kırışıklıklar çizerdi.
Modern dünyanın insanı elektriğin o güçlü parlaklığında dahi birbirinin farkında olmayabiliyorken, sarı ışığın birleştirici gücü sımsıkı sarardı herkesi.
Akşam yemeği yenirdi ailece. Öyle alel acele değil. Bir görev yapar gibi hiç değil. Şimdiki gibi bir elde çatal, diğerinde TV kumandası, gözlerin renkli cama sabitlendiği, buradan fırlamış yabancı bir sesin tüm sesleri bastırdığı, robotlaşmış bireylerin oluşturduğu bir sofra değildi anlatmaya çalıştığımız.
Konuşurdu herkes birbiriyle.. Ve dinlerdi de herkes birbirini.. Kimse TV dizilerindeki sanal kahramanlarla bütünleşip, yanı başındaki etten, kemikten ve duyguyla yoğrulmuş insanı unutmazdı.
Sevdiklerinin nefes alışlarını bile duyduğu derin bir sessizlik içinde insan var olmanın hazzını duyardı. Sevinçler, kederler, üzüntü ve mutluluklar paylaşılır, hayaller ve umutlar hep birlikte canlı tutulurdu.
Bazen, evin itibarlı eşyası bataryalı radyodan “Yurttan Sesler” korosunun hüzünlü bir türküsü yükselir, bazen ortaokula giden büyük oğulun ev halkına Victor Hugo’nun “Sefiller” ini okuyan sesi duvarlarda yankılanırdı.
Bazen de, odanın bir köşesinde ayaklarında sallayarak uyuttuğu bebeğine annenin fısıldadığı ninniydi duyulan.
Birbirini tanımanın, bilmenin ve birbiriyle olmanın kalplerde yeşerttiği yaşama sevinciydi herkesi çepeçevre saran.
Gaz lambasının sarı ışığıyla bunu tek başına başardığını söylemek zor elbette.
Ama, bütün bunların bu sarı ışığın altında yaşandığı da bir gerçekti.
Tabii ki, teknoloji uygarlık demektir.
Uygarlıksa, insana yakışandır.
Elektrikte bir nimettir kuşkusuz insanlık için.
Uygarlığın bu parlak yüzüne haksızlık etmek değil ki niyetimiz..
Ama, bir zamanlar gaz lambası vardı evlerde..
Ve elektriklerin kesildiği bu gece vaktinde onun sarı ışığıydı hatırladığım..

Edirne, 18/02/2009

Salı, Mart 17, 2009

Nerede (mi) O Eski Bayramlar?


Bayramların gelişiyle birlikte hemen hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz.
Yüreğimizin eski zaman hatıralarına ait sızılı köşesinde beklemekte olan bu düşünce, bayramlarla birlikte harekete geçiyor.
Hüzünlü ağırlığıyla yüreğimizi hoyratça kanatarak başlıyor yolculuğuna. Modern dünyanın gerçekleriyle insana ait değerler amansız bir çatışmaya girip derin bir girdap oluşturuyor ruhumuzda..
Sonra da; özlem, sitem, belki de pişmanlık dalgalarıyla kabaran bir nehir gibi dudaklarımızdan bir cümle halinde dökülüyor.
“Nerede o eski bayramlar?”
Elleri arasında tuttuğu yüreğimizi jilet yaralarıyla doğrayan bu duygu, yitirilmişliklerin acısını olanca ağırlığıyla derin bir iç çekişe dönüştürüp, hepimizin aynı düşünceyi seslendirmemize neden oluyor..
Gerçekten, neredeydi o eski bayramlar? Ya da bayramları eskiten neydi? Yaşamın bunca renge boyandığı günümüz dünyasında neden hala siyah-beyaz bayramları özlüyorduk?
Kim bilir, belki de yitirdiklerimizin değerini anlamaya başladığımız içindir.
Yitirdiklerimiz mi?
O kadar çoklar ki…
Evlerimizde günler öncesinden başlayan kıyı-köşe bayram temizliklerini..
Arife günü yapılan mezarlık ziyaretlerini..
Yokluklarının acısı bayramda daha da ağırlaşanlar için dökülen ve Yasin-i Şerif okuyan dudaklara değen tuzlu gözyaşlarını..
İlk kez giyilecek bayramlıkların heyecanıyla uykusuz geçirilen bitmek bilmez geceyi..
Bayram sabahı mahalle camiinden yükselen ve insanı yücelten o mistik havayı..
Akraba ve komşularla paylaşılan pilavlı-dolmalı, çörekli-börekli sofraları..
Tüm ailenin kendiliğinden bir düzen içerisinde sıralandığı el öpmeli-kucaklaşmalı bayramlaşmaları..
Ceplere sıkıştırılan ya da mendil arasına gizlenmiş harçlıkları..
Kapı kapı dolaşıp leblebi-şeker toplayan mahalle çocuklarının şamatasını..
İkram edilen mis gibi kahvenin höpürtüsüne karışan limon kolonyasının keskin kokusunu..
Gündelik yaşamın birkaç günlüğüne puslu bir perdenin arkasına itildiği sokaklarda sadece bayramın seslerinin duyulmasını..
Ve hayatın rutiniyle akıp gitmeye ara verdiği, herkes için sadece bayram olgusunun var olduğu zamanları anlatacak değiliz elbette..
Vahşi ve hoyrat bir değişimin yaşanmış olmasıdır aslında yüreğimizi burkan..
Bencil bir yaşam biçiminin bayramları ele geçirmesidir..
Adına modernite denilen bu tür yaşamın bayramları sıradan günler haline getirerek içini boşaltmış olmasıdır..
Hayatın yorgunluklarının sorumlusu bayramlarmış gibi bu özel günlerin dinlenme günlerine dönüştürülmesi oldu ilk adım.
Sonra bu yetmezmiş gibi bayram günleri kenarından köşesinden çekiştirilip “bayram tatili” denen itici kavramın boyu uzatıldı.
Bir fırsata dönüştürüldü bayram günleri..
Evden, kentten, eş, dosttan kaçış için bir fırsata..
Kapılarını bayrama kapayanlar tatil yörelerine kapağı atmanın telaşıyla otogarlarda ve hava limanlarında mahşeri kalabalıklar oluşturup, dostluğun ve paylaşmanın yüceltildiği bu günleri ıskaladılar..
Unutulan büyükleri, çocuklara açılmayan kapıları ve birbirinden kaçan insanların boşalttığı sokaklarıyla bayramlar, hüzün rüzgarları estirir oldu yüreklerimizde..
Bu arada bayramları ıskalayarak gelenekleri terk etmenin vicdanlarımızda yarattığı rahatsızlığı da yapay yollarla gidermeye çalıştık.
Hepsi birbirinin aynı olan ve başkalarının hazırladığı soğuk cep telefonu mesajları gönderdik birbirimize..
El yazımızla duygularımızı ifade ettiğimiz, tümüyle bize ait olan tebrik kartlarını kaldırıp çöpe attık.
Bayram coşkusunu taşımayan, teknoloji harikası bir tuşla herkese gönderilebilen ruhsuz kutlama mesajları ile bayramlara ortak olduğumuzu göstermeye çalıştık..
O zaman..
“Nerede O Eski Bayramlar?” değildir belki de sorulması gereken soru..
“Neden ihanet ettik bayramlara?” diye sormak daha doğru olacak, bayramlara haksızlık yapmaktansa..
Bayramlar hiçbir yere gitmedi..
Eskimediler..
Değişmediler de..
Bizdik sadece değişen..


Edirne, 06/12/2008

Cuma, Mart 06, 2009

Öğretmen Annem ve Babam


“.......................................................
Candan açtık cehle karşı bir savaş,
Ey bu yolda ant içen genç arkadaş!
Öğren, öğret hakkı halka, gürle coş;
Durma durma koş.
Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun;
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun.”
(Öğretmen Marşı’ndan..)

Kendimi tanımam gibi sizin öğretmen olduğunuzu bilmem de aynı zamana rastlıyor sanırım. Tüm yaşamımın, sizinle birlikte geçirdiğim ve “çocukluk “ denilen o unutulmaz döneminin ilk yıllarına..
Belki de daha gerilere gitmeliyim. Gökyüzünde sayısız yıldız ışıltısının yanıp söndüğü, elli yıl öncesinin dingin ve berrak bir mayıs gecesine kadar.. K… köyündeki tek katlı öğretmen lojmanının kırık dökük bir odasında ve isli camlı bir gaz lambasının solgun ışığında dünyaya merhaba derken, “öğretmen çocuğu olmak“ olgusu da hep benimle olmak üzere yaşamıma giriyordu kuşkusuz..
Bundan böylede, bütün benliğimde duyacaktım “öğretmen çocuğu “ olmayı. Neredeyse yarım asra varan ömrümün daha başında bana armağan edilmiş bir gurur nişanı olarak. Ve aslında benim yaşamım okulda başlayacaktı..
Ben sizin üç çocuğunuzdan ikincisiydim sevgili annem ve babam. Ama başka çocukların da başını okşarken gördüm sizi. Başka çocuklar için üzülür veya sevinirken de. Paylaştığınızı gördüm o küçük insanlarla yüreğinizdeki sevgiyi, sofranızdaki aşı, cebinizdeki parayı, dağarcığınızdaki bilgiyi. Kocaman yüreklerinize sayısız öğrenci çocuğunuzu sığdırdığınızı gördüm yıllar boyunca..
Öğretmenlerin sahip oldukları çocuklarının sayılarla ifade edilemeyeceğini erken yaşlarda anlamıştım aslında. Öğretmenlerin sadece kendi çocukları yoktu. Onlar sadece kendi çocuklarını sevmezlerdi. Bütün öğrencileri aynı zamanda çocuklarıydılar öğretmenlerin. Sadece kendi çocukları için değil tüm çocukları için çarpardı onların sevgi dolu kalpleri. Bu yüzdendir aslında, öğretmen çocuklarının anne ve babalarını paylaşmayı öğrenmiş olmaları..
Ben sizin binlerce çocuğunuzdan birisiydim aslında canım annem ve babam. Kim bilir isimleri neler olan ve sizi en az benim kadar seven binlerce çocuğunuzdan biri..
Siyah önlüklü, beyaz yakalı ilkokul öğrencilerinin cıvıltılarıyla dolu okul bahçeleri ve sınıflardaki görüntünüzle hatırlıyorum en çok sizi öğretmen annem ve babam. Birde okul bahçesinin girişindeki sarı çiçekli, bol yapraklı ıhlamur ağacının baygın kokusu aklımda kalan..
Biliyorum.. Taşları sevgiyle örülmüş bir gönül köprüsü vardı çocuklarınızla aranızda. Bu taşların her birine sizin sevgi dolu yürekleriniz şekil vermişti onların tertemiz ruhlarını katarak. Onlar sizin çiçek bahçelerinizdi çorak topraklarda yetiştirdiğiniz. Nasıl da gülümserdiler sizinle birlikteyken tatlı bir heyecan ve güven duygusuyla. Yağmurlu bir yaz günü öğleden sonrasının gökkuşağı renkleri aydınlatırdı yüzlerini size “öğretmenim” derken..
Kimi zaman bir kız öğrencinin saçlarını tararken gördüm seni öğretmen annem. Tıpkı kız kardeşlerime yaptığın gibi. Hastalanmış birinin ateşini düşürmeye çalışıyordun kimi zaman. Ya da yara bere içindeki dizini sarıyordun bir başkasının. Kendi kaleminin ya da silginin yarısını veriyordun olmayana. Sarı yapraklı matematik defterlerini ciltliyordun onların teneffüslerde. Akşamları “fiş”ler yazıyordun mürekkepli kalemle kartonlara. Okuma yazmayı öğreten ve üzerinde “Atatürk bizi kurtardı “ yazan “fiş”ler. Sonra okula gönderilmesini istiyordun bir kız çocuğunun ailesinden yaşlı gözlerle. Her şey oluyordun onlar için. Öğretmen oluyordun.. Anne oluyordun.. Öğretmen anne oluyordun.. Hayatı onlarla yaşıyordun öğretmen annem…
Sende annem gibiydin.. Başöğretmen Atatürk’ün eğitim ordusunun isimsiz kahramanlarından biriydin öğretmen babam. Kimi zaman bakımsız okulu köye bağlayan yolu düzeltiyordun elinde kazma kürekle.. Bazen kapısını onarıp, penceresine cam takıyordun.. Topladığın çalı çırpıyla sobasını yakıyordun sınıfın, iri kar taneleri savrulurken gökyüzünde. Duvarlara badana yapıyordun ilkbaharda becerikli ellerinle. Öğretiyordun hep onlara.. Sınıfta öğretiyordun, bahçede öğretiyordun, dere tepe yürürken birlikte hep bir şeyler öğretiyordun. Bilgisizliğin karanlığına ışık oluyordun, bilgiden taç örüyordun başlara.. Cehalete karşı açılmış savaşta hep birlikte yürüyordun öğretmen annemle ve bu güzel yurdu yüceltmeye ant içmiş diğerleriyle birlikte..
Atatürk’ün resmini ilk kez evimizde gördüm sevgili annem ve babam. Kütüphanemizin üstünde ahşap çerçeveli bir resimdi. Gerçekten saçları sarı, gözleri maviydi Atatürk’ün. Ay yıldızlı bayrağın önünde durmuş, uzaklara bakıyordu.
Ben sizden öğrendim her türlü sevgiyi öğretmen annem ve babam…
Atatürk sevgisini.. Vatan, millet sevgisini.. Bayrak sevgisini.. İnsan sevgisini..
Öğretmenler gününüz kutlu olsun öğretmen annem ve babam..
Öğretmenler gününüz kutlu olsun sevgili öğretmenlerim..


Edirne, 23/11/2007

Tavuk Ormanı'nda Yürümek


Akşama yakın saatlerde vardık Tavuk Ormanı’na. Güneşin yorgun ve matlaşmaya başlamış ışıkları, sık olmayan ama oldukça yüksek ağaçların yaprakları arasından süzülüp yerdeki çimen-ot karışımı yeşil örtünün üzerinde oynaşmaktaydı henüz..
Kim bilir isimleri neler olan ve ağaç-yaprak denizi içerisinde ancak siluetlerini görebildiğimiz birçok kuşun şen şakrak nağmeleri doldurdu kulaklarımızı. Ve kim bilir neler anlatıyorlardı birbirlerine bu küçük şirin yaratıklar.
Sonra, Tunca Nehri’nin nazlı nazlı akan bir kolunu solumuza alarak yürümeye başladık birkaç metre genişliğindeki patika yol üzerinde. Sağımızda kalan ormanın derinlikleri ağaç ve yeşilin her tonunun harmanlandığı bitki örtüsü ile doluydu. Yol zaman zaman daralıyordu. Öyle ki, genellikle üç kişi yan yana yürürken, bazen de ancak tek sıra halinde yürümemiz gerekiyordu.
Ayaklarımızın altında ezilen yumuşak toprağın iniltisini duyar gibiydik yürürken. Karıncaların özenle ama büyük bir tedbirsizlikle yolun ortasına yaptıkları yuvalarına basmamak, gizlendikleri yeşil örtüden bazen kendilerini gösteren börtü böceğe zarar vermemek için dikkatliydik. Arada bir ayaklarımızın altında ezilen kurumuş yaprakların sesi Tavuk Ormanı üzerine yaptığımız sohbete karışıyordu. Kırılan küçük dal parçacıklarının çıtırtısına, yol üzerindeki küçük tümsek ve çukurlara ve bazen de ormandan yolumuza hücum eden yüksek bitki ve ağaç dallarına aldırmadan tempolu yürümeye devam ediyorduk.
Bu arada iyiden iyiye kendisini belli eden baharın, o insanın içini yaşama sevinci ile dolduran baygın kokusunu bize ulaştıran hafif rüzgara karşı yürümekte keyifliydi doğrusu. Biraz daha yürüdükten sonra nehir kenarında derin bir sessizlik içerisinde balık avlamakta olan iki genç insana rastladık. Coşkuyla selamladık onları. Bol şans diledik. Hemen yanlarındaki poşete göz attığımızda hala canlı ve parlak gözüken balıklar avın bereketli geçtiğinin deliliydi sanki.
Ne kadar da doğruydu kitapların yazdığı aslında. Tavuk Ormanı, tıbbi değeri olan bitkilerle dolu bir laboratuar idi kesinlikle. Gerçi ormanın tam içinde olmadığımız için göremiyorduk akyıldızı, mor sümbülü, akçebardakı, çoban değneğini, yaban soğanını, düğün çiçeğini, çiğdemi, yılan yastığı-dana ayağını, karakafesi.. Daha nicelerini.. Belki, görsek te tanıyamayacaktık zaten birçoğunu ama oralarda bir yerlerde olduklarını bilmek bile insana huzur veriyordu.
Bir de ağaçlar ve çalılar vardı tabii Tavuk Orman’ını orman yapan. Hatta bazıları anıtsal nitelikteydi, Doğu Çınarı gibi. Akkavak, karakavak, mazı, yalancı akasya, beyaz dut, salkım söğüt, yabancı gül, duvan sarmaşığı, loğusa otu, böğürtlen.. Hepsi birlikte Tavuk Ormanı’nın muhteşem dekorunu oluşturuyorlardı.
Padişah IV. Mehmet (Avcı Mehmet)’in avlandığı ve hatta 1671 yılında bu amaçla bir köşk yaptırdığı Tavuk Ormanı’nda bugün avlanmak mümkün değil elbette.
Ama Tavuk Ormanı’nın güzelliklerini görüp yaşamak için bir nedene ihtiyacımız da yok aslında. Modern hayat ve teknolojinin neredeyse hepimizi robotlaştırdığı ve tekdüze bir hayata mahkum ettiği günümüzde, doğal yaşamı cömertçe bize sunan böylesi yerlere sahip olmak şans değil de nedir dersiniz? Önemli olan bunu görebilmek ve değerini bilebilmek gibi geliyor bana.
Şehre araçla en fazla on dakika mesafede olan Tavuk Ormanı doğal bir hayatı sunuyor kendisini ziyaret edenlere. Henüz on dakika önce içerisinde olduğunuz yapay yaşam renkleniyor. Şehrin her türlü gürültüsünün yerini size yaşama sevinci veren kuşların neşeli şarkıları alıyor. Rengarenk çiçeklerle bezenmiş bitki örtüsü, türlü ağaçların hoş serinliği ve gölgesi ile hemen yanınızda akmakta olan bir nehrin sessiz varlığı içinizi huzurla dolduruyor. Bin bir çeşit çiçeğin hoş kokularını da taşıyan tertemiz hava ciğerlerinizi dolduruyor. Şehrin matlaşmış, sıkıcı atmosferinin yerini hep özlem duyduğunuz doğal bir dünya alıyor. İçiniz coşkuyla, yaşama sevinciyle doluyor..
Önceki gün, iki meslektaşımla birlikte Tavuk Ormanı’nda yaptığımız yürüyüşün sonuna doğru, “değerini bilmeli Tavuk Ormanı’nın, buradaki zaten sınırlı olan doğal yaşamın yok olmasına izin vermemeli, hep birlikte sahip çıkmalı” diye düşünüyorum.
Ormandan çıkarken, neredeyse çocukluğumdan bu tarafa duymadığım bir ses yolcu ediyor bizi. Bir ağaçkakanın tak-takları çınlıyor ormanın içinde. Üçümüzün de hoşuna gidiyor. Seviniyor ve gülüyoruz.. Ancak, sincap göremediğim için de üzülüyorum..






Edirne, 29/04/2007

Rüzgar Gibi Geçti


Hüzün dolu ağırlığıyla yılın son günlerini yaşarken, Margaret Mitchell’ın unutulmaz romanının adı geliyor aklıma sık sık..
Amerikan iç savaşında yaşanan olaylar zincirinin anlatıldığı, sonradan filminin çevrilmesiyle tüm dünyada ünlenen romanın ismi..
Yani, “ Rüzgar Gibi Geçti ” ..
Sadece bir roman veya filmin ismi değildir aslında “ Rüzgar Gibi Geçti ”.. Yaşama olan bağlılığımızı ve doyumsuzluğumuzu anlattığımız en güzel vurgulamalardan biridir aynı zamanda..

Yaşamımız sahip olduğumuz en güzel şeydir elbette. Bize bahşedilmiş kutsal bir armağandır o. Zamanı geldiğinde geri alınacak olan. O zaman her anını sevgiyle örerek ve değerini bilerek yaşamak varken, neden çoğu zaman hoyratça tüketiriz bizim olan o muhteşem şeyi? Sonradan da, kendi müsrifliğimize aldırmadan yaşamın cimriliğinden söz eder, çabucak akıp gittiği için sitem ederiz. Rüzgar gibi geçtiğinden yakınırız..
Birbirine benzemeyen yaşam yolculuklarındayız hepimiz.. Kendi yolculuğumuzun geride kalan istasyonlarına el sallıyoruz soluk alıp verdikçe.. Ya da bir daha hiç açamayacağımız pencereleri bir bir kapatıyoruz gün batımlarında.. Zamanın sisleri arasında kayboluyor ve belli belirsiz bir hayale dönüşüyor her şey ve her an, yaşadıkça.. Gerçekten yaşam rüzgar gibi geçiyor..
Kim bilir her birimizin neleri vardır rüzgar gibi geçen yaşamımızda..
Rengarenk mutluluklarımız, bir nehrin yatağından taşması gibi sevinçlerimiz, yürek hoplatan sevdalarımız, kabaran yüreklerimizi yumuşatan gözyaşlarımız, yaşama sevincinin yansıması gülümsemelerimiz vardır elbette..
Yüreklerimizi çepeçevre kuşatmış kederlerimiz de vardır kuşkusuz.. Gri rengiyle içimizi acıtan mutsuzluklarımız, kurşun gibi ağırlığıyla yüreğimizi ezen üzüntülerimizde..
Sahip olduklarımızda vardır, kaybettiklerimizde.. Kaybettiklerimizin hiç dinmeyecek sızısı vardır derinlerde bir yerlerde..
Pişmanlıklar ve başarısızlıklarımız vardır kör karanlıklarda.. Pırıl pırıl ışıklar altında muhteşem başarılarımız, ruhumuzu besleyen alkışlar da vardır..
Doğrularımız, yanlışlarımız gibi haksızlıklarımız ve bencilliklerimiz de vardır.. Paylaştıklarımızın ve fedakarlıklarımızın yanında..
Yani, insana ait ne varsa, yaşamın kendisidir aslında.. Yaşamla insanın birbirinin ikizi olduğunu göreceksiniz baktığınızda.. Birini sevmeden diğerini de sevmek kolay değildir öyle.. İnsanı sevmeden, insana ait değerleri yüceltmeden yaşamdan söz edebilmek boştur. Yaşamı sevmeden de insan olabilmenin anlamı eksiktir bana sorarsanız..
Bir yılı daha geride bırakıyoruz. Zaman eskimeye, son tanecikte dökülünceye kadar kum saatinden akmaya devam ediyor. Hızlı koşuyor da olsa, yaşam yolculuğunun bilinmezlerle dolu yollarında zamanın ayak seslerini duymak ne güzel.. Zaten o sesleri duymadığımızda her şey bitmiş olacak bizim için..
Önemsemeyin zamanın hızlı geçip geçmediğini.. Nasıl geçtiğine bakın siz.. Yaşanmış yaşamlarınız olsun.. İnsanca yaşanmış yaşamlar.. Sonrasını hayatın kendisi bilir.. Bırakın, nasıl istiyorsa öylece akıp gitsin..
İsterse rüzgar gibi geçsin...


Edirne, 30/12/2007

Çarşamba, Mart 04, 2009

Neden yağmadın söyle kar?

Özgün adı “Tombe la neige” idi. Ya da rahmetli Fecri EBCİOĞLU’nun yazdığı sözlerle ve bildiğimiz adıyla “Her yerde kar var..”
Kırklı yaşların son basamağını çıkmakta olan benim kuşağım çok iyi hatırlayacaktır onları. Salvatore ADAMO’yu, Fecri EBCİOĞLU’nu ve “Her yerde kar var”ı.
Bizden biriydi aslında Adamo. Bizim dilimizle şarkılar söylüyordu 60’lı yıllarda ülkemizde. Hem ismini telaffuz etmekte kolaydı Sicilyalı bu şarkıcının. Bizim dilimizle, aşkı anlatıyordu bize. Kırık dökük, bozuk aksanlı Türkçesiyle yüreğimizin derinliklerinde fırtınalar estiriyordu. Zaten düzgün bir telaffuzla söylese şarkılarını belki bu kadar sevemezdik O’nu. Söylerken kelimeleri yumuşatmalı, yuvarlamalıydı, tuhaf ve hoş bir Türkçeyle söylemeliydi şarkılarını. “Bak, ecnebi ama Türkçe şarkı söylüyor” dedirtmeliydi bize o yıllarda, gönüllerimizi fethetmeliydi..
Kısa sürede dünya çapında bir star haline gelmişti Adamo. Kariyeri boyunca sayısız dile çevrilmişti şarkıları. Sadece “Tombe la Neige” dünyanın çeşitli ülkelerinde sayısı 500'ü geçen şarkıcı tarafından yeniden kaydedilmiş, plaklarıysa milyonları bulan satış başarısına ulaşmıştı.
Ya Fecri EBCİOĞLU.. Aynı dönemde Türk pop’unu yaratan müzik adamlarından biriydi. Yabancı şarkı melodilerine yazdığı Türkçe sözlerle tanırdık O’nu. Birde siyah-beyaz fotoğraflarından ya da tek kanallı televizyon ekranındaki top sakallı görüntüsünden.
Bakın kendinize ya da çevrenize. Hangimiz mırıldanmadık onun yazdığı Türkçe sözlerle yabancı melodileri yaşamımızın değişik dönemlerinde? Çocukluğumuzda, öğrenciliğimizde, aşık olduğumuzda, evlendiğimizde ya da yaşlandığımızda..
Dersler çıkardık kendimize bu sözlerden. Aşkın da ahlaklı olması gerektiğini, saygı gösterilecek nice değerler olduğunu bir kez daha anladık. Üstündü arkadaşlık, aşktan. Arkadaşımızın sevdiğine aynı duygularla yaklaşmamanın erdemi anlatılıyordu bize. Mırıldandık, çaresizce..
“Hakkım yok seni sevmeye,
Çıktın karşıma ne diye,
Sen başkasının malısın,
Kalbim bunu nerden anlasın,
Unutmam lazım çünkü sen,
Arkadaşımın aşkısın..”
Ya da “iki yabancı” ile romantizmin doruklarında savrulduk..
“Gece karanlık eller birleşmiş,
Gece karanlık kalpler sözleşmiş,
İki yabancı tanışmışlar böyle..
Yıldızlar şahit olmuş bu aşka,
Mehtap demiş ki gece aşk başka,
Yabancılara yapmış birde şaka..”
Ya dönmeyen sevgiliye yapılan o güzel çağrıya ne demeli?
“Atlı karınca dönüyor dönüyor,
Dünya durmadan dönüyor dönüyor,
Yalnız dönmeyen bana sensin,
Bekliyorum hep sen neredesin..
Çiçekler güneşe dönüyor dönüyor,
Dünya durmadan dönüyor dönüyor,
Yalnız dönmeyen bana sensin,
Bekliyorum hep sen neredesin..”
Daha niceleri.. Her birinin içinde kendimizden bir parça bulduğumuz, sevdiğimiz, kanıksadığımız, bizim olan nice şarkı, şarkı sözü..
Kim bilir ilk nerede ve nasıl dinledim “Her yerde kar var”ı? Belki, kız kardeşimin “Radyomuzun markası Royal’dır Royal, pili bittiğinde babam ona pil koyar” diye üstüne şiirler yazdığı kırk yıl öncesi evimizin değerli eşyası o tahta kutuda mı, yoksa cızırtılı bir kırkbeşlikte mi, ya da çocukluğumun geçtiği ilçedeki “Hıdır’ın Sineması”nda izlediğim siyah-beyaz Türk filmlerinin birinde fon müziği olarak mı dinledim “Her yerde kar var”ı? Hatırlayamıyorum..
Birkaç gün önce, elektronik posta kutumu açtığımda beni savunmasız yakaladılar üçü birlikte.. Adamo, Fecri ve “Her yerde kar var..” Orada duruyorlarmış, fark edemedim. Uzun yıllar ötesinden uçup gelen, ucu zehirli bir ok gibi yüreğime saplandılar derin bir acıyla..
“Her yerde kar var..”
Fecri EBCİOĞLU’nun yabancı bir melodi için yazdığı en güzel sözlerdir bence bunlar. Temiz ve saf aşkı düşündürür insana. Bembeyazdır her şey. Tüm dünya..
Dinleyin isterseniz. Adamo ve Fecri Ebcioğlu birlikte nasıl sitem etmektedirler “kar”a.
İki kafadara göre, her yerde kar vardır o sırada. Bir de, gelmesi beklenen sevgili. Karda yürümenin zor olduğunu kabul ederler ama bir yandan da bu sevgiliye ait izleri görmektedirler sanki karlar üstünde. Zaten gelirse eğer sevgili, işte aşk budur. Öylesine yağmaktadır ki kar, bizimkiler “yağma kar dur artık ” diye yalvarırlar. Ama aldırış etmez bu feryada kar, devam eder yağmaya. Adeta donmuştur Fecri’nin ve Adamo’nun kalpleri soğuktan. Bu defa son bir gayretle “Yağma dedim, dur” diye inlerler. “Yağma! Belki gelir sevgilim.” Şarkının son dörtlüğünde her şey bitmiştir artık. Gelememiştir beklenen sevgili “kar” yüzünden.
Kabul ederler gerçeği ve birlikte söylerler;
“Karda zordur yürümek,
Anladım gelmeyecek,
Dünya oldu bana dar,
NEDEN YAĞDIN SÖYLE KAR”

Eğer yaşıyorsa, şimdi 60’lı yaşların ortalarında olmalı Adamo..
O güzel sözlerin yazarı Fecri EBCİOĞLU ise çoktan göçüp gitti bu dünyadan..
Ancak, benim asıl takıldığım “kar”a ne olduğu?
Küresel ısınma muhabbetlerine girmeyeceğim.
Ne güzel ve çok yağardı kar. Hele çocukluğumuzda. Lapa lapa yağardı. Beyaza boyardı, temizlerdi dünyayı. Uçsuz bucaksız, sonsuz bir beyazlıktı diz boyu ya da daha fazla.
Yağardı, yağardı hep. Dağlara, tepelere, vadilere, ovalara, ırmaklara, evlere, bahçelere, ağaçlara, saçaklara, damlara, her yere yağardı kar. Saçlarımızın üzerine beyaz şapkalar kondururdu. Ayakkabılarımızın içini silme doldururdu. Kızartırdı burunlarımızı. Morartırdı ayaklarımızı. Kapardı yolları, aç bırakırdı kuşları.
Kimi zaman bir kardan adama dönüşürdü çocukluğumuzun “kar”ı. Annemize yakalanma pahasına mutfaktan aşırdığımız havuçtan burnuyla. Ya da caka satardı, eşi Hatice teyzeden yalvar yakar aldığımız Tahrirat Katibi Sefer amcanın eski fötr şapkasıyla. Bazen de bir silaha dönüşürdü çocukluğumuzun “kar”ı. Sınıflar arası kartopu savaşlarında içi hınzırca taş doldurulmuş.
Yaşamlar değişirdi karla birlikte evlerimizde. Atkılar, eldivenler, kazaklar hazırlanırdı çok öncesinden. Odun sobasının üstündeki ıhlamur demliğinin neşeli şarkıları büyükannelerimizin masallarına eşlik ederdi akşamları. Hayat Bilgisi kitabımızın dördüncü ünitesinin resmindeki gibi sobanın hemen kenarında bol tüylü bir kedi yatardı pervasız, mırıl mırıl.. Kestaneler, mısırlar patlatılırdı. Buğulu camlar ardından bembeyaz dünyaya bakılırdı.
Ne güzeldi beyaz rengiyle kar. Zamanında gelirdi. Bekletmezdi hiç. Gitmesini de bilirdi zamanı geldiğinde.
Gerçekten, “her yerde kar var"dı bir zamanlar..
Ya şimdi?
“Her yerde kar yok” artık..
Şiirler, öyküler, yazılar, şarkılar, resimler, kısacası yaşam hep yarım yamalak, tatsız ve eksik kar olmayınca..
Bir zamanlar Adamo vardı..
Fecri EBCİOĞLU vardı..
Onların yokluğunu anlayabiliriz..
Ama ya sen..
Söyler misin, neden yağmıyorsun kar?
NEDEN YAĞMADIN SÖYLE KAR?
Edirne, 24/02/2007

SEN YAŞTAYIM

İNSANIN MAVİSİ

  Bu sabah deniz, kendimin "Di'li geçmiş zaman"ı. Bir vakit bendeki mavinin solmamış hali. Çocukça güldüren, aşkça ürperten, b...