Salı, Ekim 04, 2022

BİBLO TAMİRCİSİ

 


Yalnızlık, nereye gideceğini bilir sende. Gözü kapalı bilir. 

O ki, yol verdin ya sen bir kez ona, hayatında aldığın en pahalı yolcu bileti cebindedir artık, iki kişilik ve tek yön olanından hem. 

Hoşlanmadığın bir misafir geldiğini göre göre, kapı arkasından "kim o" saçmalığındaki bir soruya sığınışın var ya, acınası çaresizliğindir bilesin.

Hatırlasana, sen çağırdın da geldi, kişiye özel yalnızlığın.

Hadi artık ! El ele tutuşmuş gölgelerle bir yolculuk başlasın içinde.

Her şey flu, her şey sisler altında ne de olsa.. 

 Sözün özü, yalnızlığın eline tutunmuşsan çare diye, istikametin, yumruk kadar bir et parçasından ibaret yüreğindir artık. 

Kurtuluşun sandığın yalnızlığın, binlerce kilometrelik kılcal damarlarından taşır seni yüreğine, yolunu hiç şaşırmadan..

Ve teslim eder seni, zaten senin olduğunu zannettiğin o adrese. 

Demir Maskeli Adam'sındır artık kendi yüreğinde.

Aynasında hiç görüntü olmayansın.

The Count of Monte Cristo (Monte Kristo Kontu)' sun kendi zindanında.

Pupa yelken bir gemide forsasın, her an yalnızlıkla kırbaçlanan..  

Yalnızsın işte iliklerine kadar, ve bir kedi yemeği kadar yüreğinle yalnızsın ..

Karin'e kalsa; "bir sırt kadar yalnızsın" ..

Yalnızlığın, en ürpertici tanımlarından birini yapar Karin Karakaşlı "Yerleştirme" şiirinde; 


"Hadi bana ismini söyle

Harf sayılarından takip edelim kaderini

O ki sırt kadar yalnızsın

O ki şüphe güveleri üşüşmüş ruhuna

Herkes bir sussun istersin

duymak için içinde oynaşan ihtimalleri"


İnsanın sırtı uçsuz bucaksızdır. Kendi bozkırıdır mesafesiz. 

Çoğu kez görmediği, ama orada olduğunu bildiği güvenli bölgedir. 

Kendine yaslandığıdır, devasa dünyanın karşısında küçüldüğü zamanlarda.

Kötülüklerden yaralandığında, sıvazlanıp tedavi edildiği yerdir.

Bir de sarılmaların, fısıltılı aşk sözcüklerinin tanığıdır sırtın .. Sırlarla doludur .. Pamuklara  sarıp sarmaladığın anılarının cirit attığı bir mekandır.

Yalnızlık yürekte çöreklenir elbet dedik de .. Yürekçe yalnızlıktır kastettiğim.. 

Başkalarının da farkında olduğu yalnızlığındır bu, yüzüne yansıyandır.

Karin'in sözünü ettiği yalnızlığın yanında lafı bile olmaz, yürekçe yalnızlığının.

Sırt kadar yalnızsan eğer, yalnızlığın Sibirya'sındasın demektir. 

Senin bile dikkat etmediğin, başkaları tarafındansa hiç fark edilmeyen kuytularda kalmış bir yalnızlık düşmüştür payına. Gözden de, gönülden de sürgünlerce ırak ..

Takvime bak istersen, buzul çağını gösteriyor sırt yalnızlığın ..

Al o zaman, beyaz geceler ve limonlu votka tesellin olsun ..

Yürekçe yalnızlık, sırt yalnızlığı filan dedik ya, bir de biblo yalnızlığı var.

En çok porselenden olanını seviyorum bibloların.

Zamanı üzerinde dondurmuş, sonsuzca hareketsiz, ama beni kesintisiz izleyen bibloları oldum olası sevdim.  

Evin bir köşesinde, çoklukla bir sehpa üstünde ya da vitrinde yaşayan biblolar, yaşamımın en güvenilir tanıkları oldular.  

Dilleri mühürlü, ağzını bıçak açmayan, sadece izleyen, ama hep dosttu onlar..

Aynı şiirinde biblolar için şöyle diyor Karin Karakaşlı;


"Biblonun intiharıdır kayıp elinden

düşmesi

Gördün mü bak o bile uslu

duramadı koyduğun yerde

Korkma nolur

Korkan zalim olur

Acıya yerleştirme beni"


Canım Karin Karakaşlı !

Suçlu insanı temize çıkarmak için bibloyu intihar ettiren şair !

Kendi sakarlığımla kaç biblonun intiharına sebep olan ben, masum muyum dersin !

Her şey bir yana, hiçbir kalem bibloyu böylesine onurlandırmamıştır Karin, biblolarca teşekkür sana.

İntihar sonrası, kendi gibi yalnızlığı da parçalanır biblonun.

Ve parçalarından çoğalır yekpare yalnızlık, baş edilmez olur. 

Biblonun intiharı, senin de ondan vazgeçişindir bir bakıma.

Sanırsın çöp torbasına gidecek yalnızlığını alıp .. 

Ama intihar düşüşüyle dili çözülmüştür biblonun, her bir parçanın tanış olmayan bir dilden hüzünlü yardım çığlığı yetmez gibi, senden eksilen bir şey de razı olmaz böylesi bir gidişe.

Hadi o zaman, getirin bir Japon yapıştırıcı da telafi edelim sakarlığımızı ve yerine koyalım bibloyu orasından burasından tutturarak iğreti de olsa..

Biz yapamazsak eğer, bulalım bir Biblo Tamircisi en iyisinden!

Bilirsen eğer, biblo gibidir insan da, kırılmaya müsaittir, camdandır..

Onun  da kırıldığında çoğalır yalnızlığı.

Kendi parçalarının kesikleriyle dilimlenir insan, porselenden olmadığı için..

Ama, keşke çizgi filmdeki gibi olsaydı;

Kırılmış tahta atının başında ağlayan çocuğun yardımına koşan kırmızı pelerinli ve iyi kalpli sihirbaz; 'Abra Kadabra / At yeni ola' dediğinde, parçaları birleşip ayağa kalkan tahta at gibi kolayca iyileşebilseydi insan da kırılıp döküldüğünde..

Tuz buz olup parçalarına ayrıldığında, bir Mavi Saçlı Peri koşabilseydi yardımına, masallar ülkesinden uçarak gelen ..

Ya da Biblo Tamircisi tabelalı bir dükkanda, insan da toplanabilseydi keşke kırılmış parçalarından ..


( ibrahim ethem dikmen, Ekim/2022, İzmit )  



Cumartesi, Temmuz 30, 2022

HAK ETTİKLERİN IŞIĞINDIR "IŞIK ADAM"

 

Asansörle aşağıya inerken, yanıma aldıklarımı bir kez daha kontrol ediyorum.

Güneş gözlüğümü şimdilik saçlarımın üzerine tutturmuştum zaten. 

Cep telefonum, okuma gözlüğüm ve burun spreyim küçük çantamın içinde. 

Şapkam şortumun bel kısmında, kulaklığımsa kulaklarımda takılı.  

Hazırım yani. Asansörden indiğimde, evime sadece yirmi otuz metre uzaklıktaki kent içi ormanlık alana ulaşıyorum. 

Sıcak bir temmuz gününün yaz akşamüstünde, yüksek ağaçlarla süslü küçük ormanımın serin ve hoş havası ile sarmaş dolaş oldum işte. 

Şimdi kronometreyi de çalıştırdım, altmış dakikalık yürüyüşüm başlasın diye.

Ve son olarak youtube' dan, şarkı listemi açıyorum.

Yürüyüş boyunca kulaklarıma değecek şarkı seslerini en yüksek seviyeye çıkartıyorum.

Dünyanın, saygısız ve bencil seslerini duymak istemiyorum çünkü. Evet, evet.. Doğup büyüdüğüm, ve her şeyimi borçlu olduğum, şimdi ise sevgisizlik ve hoyratlığın kol gezdiği bu coğrafyadaki hiçbir sesi duymak istemiyorum şu an. 

Öyle ki, biraz uzaktaki kara yolundan gelen trafiğin uğultusunu dahi duymaya tahammül edemez durumdayım.

Acaba kör mü olmalıyım (!) Sinsi bir çıkarcılığın, her adımda karşıma çıkan küstahlıkla beslenmiş nezaketsizliğin, her köşe başında pusulanmış duygusuzluğun, kötülüğe yeminli mutlu yaşam katillerinin pervasızca dolaştığı sokakları görmesem daha iyi olacak sanki.

Ve işte, şarkılarımla birlikte yürümeye başladım bile.

Akşam güneşinin sık yapraklı ağaçlar arasından düşüp oynaştığı yeşil çimenler üzerindeki adımlarım çoğalmaya başladı.

Cep telefonumdan kulaklarıma koşarak gelen ilk şarkının melodisini işitir işitmez, bunun Işık Adam'ın bir şarkısı olduğunu anlıyor, ve adını da biliyorum.

Sesi sonuna kadar yükseltiyorum, ama bir tatminsizlik içindeyim. 

Şarkının o insanı kurşuna dizen sözlerini Işık Adam'ın tatlı sesinden çok, çok daha yüksek volümde duymalıyım,  hatta bağıra çağıra söylemeli o ; ormanı, kenti, belki de dünyayı çınlatmalı şarkısıyla..

'Olanlar Olmuş', kulaklarımdan ruhuma dalgalarca akarken, dayanamayıp kendi sesimi Işık Adam'ın sesine katıyorum;


"Giderken bıraktığım

Asmalar üzüm olmuş

Yerlerde bütün kollar

Bütün bağlar bozulmuş


Ben mi geç kaldım yoksa

Mevsimler mi soğumuş ?

Görmeyeli buralara

Olanlar olmuş, olanlar olmuş... "

***

Sen de biliyordun kuşkusuz, Işık Adam !   

İnsan bir daha dönülemeyecek yerlerden gider bazen. 

Bir kez gidildi mi, artık dönülmeyen yerlerdendir ardında bıraktığı. 

Tıpkı çocukluğun gibi Işık Adam !

Çocukluğundan gittiğinde, dönülmez bir yerdir orası senin için bundan böyle..  

Yine de çıkıp gelir insan bazı kere, o dönülmesi mümkün olmayan, sahipliği çoktan el değiştirmiş kendisinin olmayan yere.. 

Ah ! Bilsen, sadece bir yanılgıdır bu .. Bir halüsinasyon, aldatan bir gölgeler oyunudur zihninde ..

İnsan döndüğünü zanneder şarkındaki gibi .. Hiç dönmemiştir oysa !

"Giderken bıraktığı asmaların üzüm olduğunu, bütün bağların bozulduğunu, mevsimlerin soğuduğunu" hisseder üşüyerek.

"Ben mi geç kaldım" pişmanlığının dişlilerinde kemikleri tuz buz olur..

Söylesene Işık Adam ! Dönmenin kendisi, dönüp geldiği yere önceki gibi tutunması değil midir insanın !

Derler ki; "Işık Adam askerden döndüğünde, giderken ardında bıraktığı ve büyük bir aşkla bağlı olduğu kadının, en yakın arkadaşıyla nişanlandığını öğrenmiş de, bu yüzden yapmış 'Olanlar Olmuş' şarkısını..

Hikayen can yakıcı Işık Adam !

Ama öğrenilmiş çaresizliğimiz var her birimizin.

Dünya kötü bir yer bilirsin .. Aşksa bir köpük baloncuğudur nefesinle uçurduğun, ve de bir fiskelik canı olan..


Bıraktığın yer, ihanet faylı depremlerle harabeye dönmüşken, dönmek midir şimdi seninkisi !

Tutunacağın hiçbir dal yok ki hem, "tamam döndün işte" diye, nasıl diyelim ki sana..

Sen yokken tekinsiz aşkının elleri kırdı, paha biçilmez sevginle kaskolu o dalları, ne yazık ! 

***

"Giderken bıraktığım

Gökyüzü toprak olmuş

Yıldızlar, çakıltaşı

Güneş bir yaprak olmuş


Ben mi yaşlandım yoksa

Dünya mı alt üst olmuş?

Ben gideli buralara

Olanlar olmuş, olanlar olmuş

Olanlar olmuş, olanlar olmuş .."

***

Bir halk deyişi bilirim ben, Işık Adam ! 

Her ayrılık başlangıcındaki vedalaşma seremonisinin olmazsa olmazıdır sanki.

"Gidip de gelmemek, gelip de görmemek var" diyerek bir kucağa bırakır insan kendini, son kez sarılmayı çağrıştıran bir teslimiyetle..  

Söylenmese daha iyi ya, gidip de dönememe, dönüp de bulamama ihtimali zehirli mantarlarca köpürtür yürekleri gider ayak..    

Bu yüzden Işık Adam; "Gökyüzünün toprak, Yıldızların çakıl taşı, Güneşin bir yaprak" olma ihtimalinin lafı bile olmaz; gidenlerin dönmediği, dönenlerin de bulamadığıyla girdiği ihtimaller yarışında..

Ve olanlar olacaktır hep .. Biz de yaşlanacağız, dünya da alt üst olacak dönüp durdukça .. Bize olanlar hep olacak .. Bir an fark etmesek bile, olanlar olmuş olacak ..

***

Dünyadaki her şey Işık Adam'ın şarkısından ibaret olduğu halde, ormanımda yürümeye devam ediyorum.

Çevremdeki canlı cansız gölgelerin tümüne ilgisizim.    

Sadece düşüncelerim bana ait, vücudum ayaklarıma, yön duygumsa adımlarıma emanet yürüyorum.

Dakikalar ve adımlarım soluk soluğayken, kulaklarımda hep aynı şarkı.. 

Bittikçe tekrar dinliyorum. Sonra tekrar dinliyorum. Sayısız kere, tekrar tekrar dinliyorum. 

Hiç kimse duymuyor şarkıyı ormanımın paydaşlarından. 

Bense, 'Olanlar Olmuş' u, içimde bağırta bağırta dinliyorum..

Şimdiye değin canımı yakmış ve beni eksiltmiş 'Olmuş Olan' her şeye nispet, ormanımda yankılanan çığlıklarla dinliyorum.. 

Sonrasında ve sadece birkaç saat ötesi evimde dinlenirken, televizyon ekranında geçen alt yazıyla öğreniyorum Işık Adam'ın öldüğünü.. 

Hiç tepki vermiyorum.. "Hadi canım ya ! Biraz önce birlikteydik yürüyüşte. Hem de şey şarkısıyla .. " bile demiyorum.

Şey şarkısı mı !! Aman Allah'ım, biraz önce bağıra çağıra dinlediğim şarkının ismini hatırlayamıyorum. 

Işık Adam'ın ölmüş olmasının önüne geçiyor şarkının ismi.. 

Neydi ya ! Bütün bu yazdıklarımı bana düşündüren şarkının ismi neydi, ne !

Birisi şarkının ismini söylemese, çıkamayacağım bu travmatik duygu sarmalından biliyorum..

O sırada, televizyon ekranında, bir koronun önündeki solist adamın türküsünü işitiyorum;

"Elinde divit kalem

Leylim aman aman, 

Leylim aman aman, Sarı Gelin !

Dertlere derman yazar, oyy !!

Nenen ölsün Sarı Gelin..

Sarı Gelin aman, aman.."

***

Sen ölme n'olur Işık Adam !

Söz, bütün şarkılarını anlatırım ben elimde divit kalem, gücüm yettiğince..

Zaten şarkı sözlerini ben yazmış gibiydim senden habersiz..!

Sen ölme n'olur !

***

Benden seni bir kelime ile anlatmamı isteseler, hiç tereddütsüz "Işık" derdim. 

Tertemiz, berrak ve duru yaşamın; pırıl pırıl ışıklar içindeki sesin, parlak ışıklarla sarıp sarmalanmış şarkı sözlerin ..

Bir kuşağın aşklarının tanığısın sen sesinle, şarkılarınla .. Milyonlarca insanın gençliğinin yoldaşısın ..

O kadar bilinensin ki, seni okuyucuya anlatmaya çalışmak saygısızlık olacak ..

O kadar çok sevgiyi hak ettin ki sen, yüreğindeki iyilikle ve etrafına saçtığın ışıkla Işık Adam !

Hak ettiğin her şey ışığın olup, yolunu aydınlatsın gittiğin yerde !

Işıklar yoldaşın olsun "Işık Adam" !

Işıklar içinde uyu İlhan İrem.. !


( Temmuz / 2022, İzmit )


 



Perşembe, Temmuz 21, 2022

ÖYLE Mİ ÇOCUK

 İnsan etine defalarca sokup çıkarılan bıçağın merhametsiz ıslığı ..

"Ölmek istemiyorum" derken, hayata son kez bakan gözleri görmezlikten gelen arsız vicdan ..

"Namus işi" diye öykünürken, namussuzluğun ve ahlaksızlığın kitabını yazmış çürümüş beyin ..

Kız erkek demeden küçücük çocukları istismar eden iğrenç şehvet ..

Anne, eş, kardeş, sevgili demeden; kadın üzerinde mutlak bir sahiplik iddiasında bulunan kapkara cehalet ..

Bu acımasız dünyada; bir lokma yemek ve bir yudum sudan başka beklentisi olmayan dilsiz canlıları kandırıp, onlara tecavüz ve ölüm biçen kusturan sapıklık..

Toprağı, suyu, börtü böceği, doğayı katledip yok ederek, gelecek kuşakların yüzüne tükürmesini şimdiden hak eden inanılmaz ahmaklık ..

Sokaklarında birbirini sevmeyen, diğerinin hakkına saygı göstermeyen, kaba, hoyrat ve iğrenç bir çıkarcılık giysisiyle dolaşan insan müsveddeleri ..

Ve sevgisizlikle mutsuzluğun el ele verdiği, güya adına yaşam denen ruhsuz bir labirent..

Tüm bu kötülükleri bize bırakıp gittin öyle mi çocuk !

Hem de dördüncü yaşında..

Bu sıcak yaz akşamında; bir gazete sayfasından çıkıp, güzel gülüşünle yüreğimi ağlattın çocuk !

Cennetinde çok mutlu yaşa e mi !

( Ağustos / 2019, İzmit )


20 YAŞ ALTIM .. 65 YAŞ ÜSTÜM ..

 


Biliyorum, kabullenmek çok zor. Herkes için zor. Benim için de öyle. İnsan kendi yaşam yolculuğunun bedeninde yarattığı değişimi çaresizce izliyor. Çıkmaz bir sokakta yaşadığımıza benzer bir teslimiyet duygusu içerisinde. Bazen de, bir ayna karşısında içimizi acıtan bir tebessüme dönüşüyor bu çaresizliğimiz.
Zaten üstat Cahit Sıtkı, hepimizin bildiği Otuz Beş Yaş Şiiri'nde bir feryada dönüştürür bu çaresizliği.
“Şakaklarıma kar mı yağdı ne var,
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz ?
Ya gözler altındaki mor halkalar,
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar ? “
Ah, koca şair! Bilirsin de ne demek olduğunu bu çaresizliğin, yine de aynalardan sorarsın hesabını, kar yağan şakaklarının, çizgili yüzünün, gözler altındaki mor halkaların ve daha nelerin..
Böyle söylüyorum diye gücenme bana sen Cahit Sıtkı. Ben de senin gibi aynalardan alıyorum hıncımı; “Madem öyle / Git işine ayna / Canın cehenmeme..” diye şiirler yazıyorum, bütün suçu bizi kendi gözlerimize yansıtmak olan masum aynalara..
Neyse; ışıklar içinde uyusun büyük usta Cahit Sıtkı Tarancı. Ben de, yazar çizerim işte böyle ömrüm oldukça. Konumuza dönelim isterseniz sevgili dostlarım.
Hepimiz kendi yaşam yolculuğumuzdayız elbette. Muhteşem bir armağanın, bahşedilmiş bir hayatın sahipleriyiz her birimiz. Öyle ki, önünde sonunda geri alınacak birer emanettir işte avucumuzda sımsıkı tuttuğumuz.
O zaman, eminim hepiniz düşünmüşsünüzdür, hayatımızın en büyük amacı ne ola ki ? Dostlarım, hayatımızın en büyük amacı hayatta kalabilmektir hiç kuşkusuz. Diğer amaçlarımızı gerçekleştirebilmemiz de hayatta kalabilmemize bağlı zaten. Hayatta olmadıktan sonra diğerlerinin hiçbir anlamı yok değil mi ? Hepimiz doğduğumuz andan itibaren tüm yaşamımız boyunca hayatta kalmaya çalışıyoruz. Direniyoruz, büyük bir yaşam savaşı veriyoruz. Bütün mücadelemiz hastalığı ve ölümü öteleme adına. Ve de doğduğumuz andan itibaren yaşlanmaya başlıyoruz hepimiz. Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları ve yıllar yılları takip ediyor adına yaşam denilen bilinmezlerle dolu bu yolculukta. Üstelik göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşiyor tüm bunlar. Zaman bir sonsuzlukta akıyor, kum saati çalışmaya devam ediyor.
Bu süreç içerisinde her yaşla birlikte değişiklikler oluyor bedenimizde. Belki ruhumuzda da. Genç yaşlardaki diriliğin ve dinçliğin, yavaş yavaş bizi terk etmekte olduğunu hissediyoruz zamanla. Kolayca yapabildiğimiz günlük alışkanlıklarımızın, örneğin uykumuzun bile değiştiğini fark ediyoruz şaşırarak. Bazı sabahlar yüzümüzdeki yeni çizgiler karşılıyor bizi aynada. Bir zamanlar yer çekimine meydan okuyan cildimiz yavaş yavaş bu savaşı kaybediyor, yılların ve yaşanmışlıkların izlerini daha çok göstermeye başlıyor. Rüzgarın bile arasından güçlükle geçebildiği saçımız seyrekleşiyor, hele ki kadınların güzellik hazinesi olan kirpikler ve kaşlar azalıyor. Vücudumuz deforme oluyor. Bir zamanlar tahta gibi sert ve düz olan karnımız, yoldaki tümsek gibi gözüküyor. Neyse, bu örnekleri çoğaltarak moral bozmak değil niyetim. Zaten bütün bunlar hepinizin bildiği şeyler.
Peki, bütün bu değişim karşısında yapılabilecek bir şeyler var mıdır ? En azından bizi teselli edebilecek hiçbir şey yok mu gerçekten ? Var elbette; genetik yapımız, doğru beslenmek, hareketli yaşam, dingin ve stressiz bir ruh hali - unuttuklarımı siz sayın - yaşlanmayı geciktiren durumlar. Eh, bunları yaparak daha geç yaşlanmaya razı olabiliriz değil mi, hiç yoktan iyidir, ne dersiniz ?
Bir başka tesellimiz de; tüm insanların bu değişimi yaşayacak olması. Yani, yalnız değiliz yaşlanırken. Tabi ki bazı insanlar yaşlanmayı bile göremiyorlar. Sözümüz hayatta kalabilenlere. Düşünsenize, bazı insanlar yaşlanırken bazıları hep genç kalsa idi dünya çekilmez bir yer olurdu. Ve hatta insanlar arasında barışı sağlamak bile mümkün olamayabilirdi.
Neyse varsayım üzerinden konuşmayalım. Ama şu bir gerçek ! Gençken yaşın pek önemi yoktur bizim için. Yılların nasıl geçtiğini çok da umursamayız. Arkamızda bıraktığımız yıllar ve aldığımız yaşlar rakamlardan ibarettir sadece. Bize kendimizi kötü hissettirmezler. Hatta, yıllar çabucak geçsin de büyüyelim diye gizli bir istek bile duyabiliriz.
Gel gelelim, şemsiye tersine dönecektir bir gün. Yıllar çabucak geçecek, belli yaş eşikleri geçilecek ve insanın kendisini kötü hissedebileceği yaşlar kapıyı çalacaktır. İşte o zaman da, zamanın çabucak geçtiğinden şikayet edip geçip giden yıllarla birlikte kaybettiklerini geri almaya çalışacaktır insanoğlu. Ne yaman bir çelişkidir bu …
Sevgili dostlarım, gençliğimiz ve yaşlılığımız bizim ikiz çocuklarımızdır aslında. Tamam, birine diğerinden sonra sahip oluruz ama sonuçta ikisi de bize aittir. Tüm hayatımızı bu çocuklarımızla birlikte yaşarız. Yaşam yolculuğumuzda, iyi kötü zamanlarımızda gölgemiz gibi bizimledir onlar. Ve elbette ki biz, çocuklarımızın ikisini de aynı derecede severiz değil mi ? O zaman, gençliğini ve yaşlılığını birbirinden ayırmadan sevmeli insan. Her ikisi ile de mutlu olmayı bilmeli. Hele ki ikinci çocukla, yaşlılığı ile iyi geçinmeyi ve onunla mutlu yaşamayı kesinlikle başarmalı insan. Yoksa, yaşam yolculuğunun son istasyonları çok zor aşılacaktır, çok zor..
Evet, alışmalı insan. Kabullenmeli.. Yaşın, yaş almanın ve yaşlılığın insan yaşamının en büyük gerçeklerinden olduğunu bilmeli. Sorun yapmadan, bu gerçekle birlikte yaşamayı öğrenmeli. Sevmeli, tadını çıkarmalı, doyasıya yaşamalı ama güvenmemeli gençliğe. Bir gün sabun köpüğü gibi avuçlarından kayıp gideceğini unutmamalı. Yaşlılığın kendisine çok uzak olduğu gibi bir yanılgıya düşmemeli.
İşte, tam da bu cümleden hareketle yazdım bu yazıyı. Evet, yaşlılığın kendisine çok uzak olduğunu düşünmemeli insan. Şimdi genç olmakla birlikte, bir yaşlı adayı olduğunu hiç aklından çıkarmamalı. Günlerdir televizyon ve internet gibi iletişim araçlarında, salgın nedeniyle yaşlı insanların gündem olduğunu görüyoruz. Yaşlılığın neredeyse suç, kusurlu ve hatta ayıplanacak bir şey olduğu gibi bir algı oluştu birden bire. Öyle ki, hoyratça espri konusu yapıldı bu durum. Terbiye yoksunu bazı çocukların kendi dedelerinin yaşları ile alay ettiklerini bile gördük. Kendilerine polis süsü vererek yaşlı insanları korkutup eğlenmeye çalışan bazı hödükler de gördük. Bu edepsizlikleri yetmezmiş gibi, çektikleri video görüntülerini sosyal medyada paylaşmalarını tiksinerek izledik. Bu kendini bilmezlerin ortak yönü, bir gün kendilerinin de yaşlı insanlar olacaklarını unutacak kadar akıl tutulması içerisinde olmaları idi.
Neyse, biz bu cahillere Orson Welles’in “I know What It is To Be Toung” şarkısından bazı dizeleri hatırlatmakla yetinelim bence;
“Ben genç olmanın ne olduğunu bilirim
Fakat sen,
Sen, yaşlılığın ne olduğunu bilemezsin
Bir gün sende aynı şeyleri söylüyor olacaksın
Zaman geçip gider ve hep bu hikaye anlatılır… “
İşte böyle sevgili dostlarım; “gençlik ve yaşlılığı doyasıya yaşayalım” derim ben. Her birinin güzelliklerini kesinlikle ıskalamayalım. Hayat denen mucizenin, o muhteşem armağanın tadını çıkaralım.. Ömrümüz rüzgar gibi akıp giderken; 20 yaş altı mıyız, 65 yaş üstü müyüz, yada yaşam basamaklarının hangisindeyiz diye düşünmeyelim, takılıp kalmayalım takvimlere..
Gözlerimizdeki yaşam pırıltısını, sesimizdeki iyilik dolu tınıyı ve kalbimizdeki sevgi kabarcıklarını kaybetmeyelim, bunlar yeter bize …

( Nisan / 2020, İzmit )

BENİ ÇAĞIRACAKTI

 

Korona virüs pandemisinde, zamana da bir şeyler oldu.
Her zamanki zaman değil artık o !
Önceden de hızla akıp giderdi insanoğlunun bu en kıymetlisi.
Yaşamın altın tepside sunduğu bu eşsiz servet, hiç bitmeyecekmiş gibi hoyrat bir müsriflikle bol keseden harcanırdı insan denen meçhul tarafından.
Sonra da, haksız bir siteme muhatap olurdu zaman. Rüzgar gibi geçtiğinden şikayet edilirdi.
Salgınla birlikte günlerin adı çeşitlendi öncelikle; pazarın çarşambanın yanına açık / kapalı, yasaklı / serbest lakaplı günler geldi.
Bir lokmacık oluverdi günler. Sanki belirsiz bir el yakasından tutup, yirmi dört saatin altına çekiverdi bir günü. O da peşine takıldığı hafta ve aylarla birlikte, zaman treninin en aceleci yolcular kompartımanında akıp gitti raylar boyunca ..
Öyleydi evet.. Önceden de su gibi akıp gidiyordu zaman. Ama şimdi şelale gibi akıyor artık.
Sanki arkasından atlı değil de, yedi başlı ejderha kovalıyor.. Göz açıp kapayıncaya kadar değil bu akış, iki kirpik arası yolculuğun daha yarısı olmadan geçip gitmiş oluyor acımazsızca..
Oysa tam tersi olmalıydı. Ayağını gazdan çekip, vites küçültmeliydi zaman salgın sürecinde.
Öyle ya; sokaklardan kısıtlanmak, insan ilişkilerinde eksilmek, yaşamın duvarlar arasına sıkışması.. derken durgun bir nehir gibi yatağında telaşsız akmalıydı zaman..
Zaten sorun, yaşamın özündeki o telaş değil miydi ! İnsanoğlu bu harikalar (!) çağında koştura koştura ve taşikardik telaşlarla yaşamıyor muydu sanki..
Belki de hala pandemi öncesindeki hızıyla akıp gidiyordur zaman. Belki de sadece benim yanılsamamdır, göz bağımdır bu durum..
Ama en azından, artık zamana hükmedemediğimizi biliyoruz. Bizim olan zamanı salgın yönetiyor artık. Bize zimmetlenmiş olan zamanı, istenmeyen misafir korona virüs harcıyor bizim yerimize. Zamanı kullanmaktaki müsrifliğimizin bedelini ödüyoruz belki de. Salgınla geçirdiğimiz her an, bir başka türlü eksiltiyor bizi yaşamdan ve zamandan ..
İşte kendi zamanımızı biz değil de, gözle görülmeyen küçücük bir yabancı böylesine pervasız harcadığı için boyu kısalıyor bizim olan zamanın.. Ve bizde bir telaş.. bir telaş.. İçinde biz olmadan hızla akıp giden zamanımızın peşinden bakakalıyoruz..
Aylar geçmiş aradan.
Salgın sürecindeki ikinci anneler günü bugün.
İlki yoktu benim için.. İkincisi de yok.. Sonrakiler de hiç olmayacak..
Sadece ben değil elbette, içimizden bazıları da yaşıyor bu yokluğu ve hep yaşayacaklar..
Ah pandemi ! "Hepsi senin yüzünden" demek istemiyorum ama "sen olmasaydın eğer farklı olabilir miydi" diye düşünüp, bir kara delik tarafından yutulmama da engel olamıyorum..
Son günlerinde bir sabah uyandığında; hep yanında olmuş ablama "ben Ethem'i çağıracağım" deyip, "anne salgın var, şimdi gelemez, seyahat yasağı da var, bunlar bitince gelir" cevabıyla boynunu büküp, "tamam o zaman" teslimiyetçiliğini yaşayan anneme veda edebilir miydim bilemiyorum..
Bildiğim şeyse; bu cümlenin, yaşamım boyunca ve bir seri katil acımasızlığıyla artık peşimde olduğudur..
Takvimler 09 Mayıs 2021' i gösteriyor.
Bugün, Anneler Günü.
Sabah uyandığımda; "ben Ethem'i çağıracağım" cümlesini, yumruk kadar bir et parçasından ibaret kalbime mıh gibi çakıyorum..
Bu sabah, kendi kanımı akıtıyorum ..

( Mayıs / 2021, İzmit )


Çarşamba, Temmuz 20, 2022

BİR KIYMIK ACISI ( Annemin 24' üncü yaşı ve bir teşekkür borcu )

 




Sevgili dostlarım; “kıymık” ne demek hepiniz bilirsiniz hiç kuşkusuz. Yazmaya başlamadan önce TDK Türkçe Sözlük’e baktım. Kıymık; “çok küçük ve sivri tahta, demir veya kemik parçası” imiş. Bazen gözle dahi zor görülebilen bu küçücük nesnenin ne olduğunu bildiğimiz gibi, bize yaşattığı acıyı da biliriz hepimiz.

Öyle ya ! Eline kıymık batmayan hiç kimse hemen hemen yok gibidir değil mi ? Herhangi bir iş yaparken aniden hissederiz onu. “Ben geldim işte, sana acı yaşatmak için” der gibi vücudumuzda varlığını duyarız onun. Canımızı daha fazla yakmak için çoğu zaman sinsice gizlenir kıymık. Acının nerede olduğunu hissederiz de, kendisini bulmak için bir hayli uğraştırır bizi. Ondan kurtulmak için verdiğimiz çabayla alay eder gibi bizi rahatsız edip durur. Onu vücudumuzdan söküp atmadan huzur bulamayız. Sonunda kurtuluruz elbette ondan, bize yaşattığı acıdan ve rahatsızlıktan..
Değerli dostlarım; birkaç gün önce annemin Turhal’da hastaneye kaldırıldığını öğrenince, şehirlerarası seyahat iznimi alarak yola çıktım. Salgın nedeniyle terkedilmiş ve ıssız yollarda aracımla seyir halinde iken Çorum Osmancık civarında annemin vefat ettiği haberini aldım.
İşte o an, devasa bir kıymığın tam da kalbimin ortasına bütün şiddetiyle battığını hissettim. Bu kıymık, öyle sözlükte yazıldığı gibi küçücük değildi ve bir evladın kalbini kan revan içerisinde bırakacak kadar da zalimdi.. En kötüsü de, diğer kıymıkların insan vücudundan bir şekilde çıkmasına rağmen, bu kıymığın ben yaşadıkça kalbimde saplı kalacağını ve hep canımı yakacağını anlamış olmamdı.. Evet bu benim kıymığımdı ve bundan böyle birlikte yaşayacaktık. O benim canımı acıtmaya devam edecekti durmaksızın. Bense çaresiz boyun eğecektim ona. Bazen unutur gibi olacaktım kıymığımı. Ama yaşamdaki her devinim; bir ses, bir nefes, bir insan, bir eşya, bir renk, bir gülüş, kısacası her şey bana kıymığımı ve kendi acımı hatırlatıp duracaktı..
Biliyorum, sadece benim değil, her birimizin kıymıkları vardır yaşamda. Varlığını bize hep hatırlatan, canımızı yakan kıymıklarımız.. Onlarla birlikte yaşamayı öğreniyordu ya da öğrendiğini sanıyordu insanoğlu.. Yaşam böyle sürüp gidiyordu..
"Annen artık yok ! Sonsuza kadar da olmayacak ! " diyen kıymığıma benim de bir çift sözüm olacak elbette;
"Ey kıymık !
Bilmelisin ki;
Benim annem, hep 24 yaşında !
Beni dünyaya getirdiği yaşta benim annem !
Ben de, onun beni doğurduğu yaştayım !
Annemle birlikte yaşanacak uzun bir hayat var önümüzde !
Kalbimi hep kanatsan da, acıdan ve özlemden yakıp kavursan da kalbimi, ben ölünceye kadar annem hep 24 yaşında kalacak ! "
Şair Ziya Osman Saba bir şiirinde "Bütün saadetler mümkündür" der sevgili dostlarım.. Haklıdır üstat ! Hayat Yüce Yaradan'ın öyle bir armağanıdır ki insanoğluna, büyük acılar yanında mutlu olmak da mümkündür yaşamda..
Dostlarım; acımı paylaşarak, böylesine kederli iken de mutlu olabilmenin mümkün olduğunu gösterdiniz bana.
Mutluluğumun nedeni sizin gibi dostlara sahip olmamdır elbette..
Öğretmen annem rahmetli Birsen Dikmen ve Öğretmen babam rahmetli Öcal Cabbar Dikmen'in sevgili öğrencileri..
Arkadaşlarım, dostlarım, akrabalarım, meslektaşlarım, eli öpülesi büyüklerim, akranlarım, kardeşlerim, her birinin kalbimde ayrı yeri olan güzel insanlar !
Baş sağlığı dileklerinizi ileterek acımı paylaştınız. Yanımda oldunuz, elimi tuttunuz..
Ben de hepinize tek tek ulaşarak "sizi çok sevdiğimi, sizin gibi güzel yürekli insanların hayatımdaki varlığının en büyük zenginliğim olduğunu" söylemeyi o kadar çok isterdim ki..
Minnettarlığımı gözlerinizin içine bakarak ifade etmeyi öyle isterdim ki ..
Ama içimde gittikçe büyüyen anne acısı, bu isteğimi yerine getirmemi engelliyor..
Siz, hep benim hayatımda var olun sevgili dostlarım.. Sevdiklerinizle birlikte hep sağlıklı ve mutlu yaşayın ..
Sonsuz teşekkürlerimle ..

(Mayıs / 2020, Turhal )

Beyazıt Kulesi'nin Kırmızı Işığı

 

Eski bir zamandı
Takvimler, 1977 yılının Kasım ayını gösteriyordu.
İstanbul Üniversitesi Merkez Bina Kapısı'ndan çıkan genç adam, bir an başını kaldırıp gökyüzüne baktı.
Belli belirsiz bir yağmur çiseliyordu.
Akşamla birlikte tatlı bir sonbahar tülden bir örtü olup Beyazıt Meydanı'nın üzerine inmiş, dalgalanıyordu.
Akşam telaşı içerisinde koşuşturan insanlar, yorgun şehrin hiç dinmeyen uğultusu, binaların ve otomobillerin ıslak caddeye düşen sarı ışıkları, nefes almakta olan hüzünlü bir sahnede kendi rollerini oynuyorlardı.
Akşam, sonbahar ve genç adam sarmaş dolaş oluverdiler sessizce.
Serin bir rüzgar, yağmur damlacıklarından birkaçını genç üniversitelinin yüzüne yapıştırıverdi ansızın.
Üşüdüğünü hissedince parkasına iyice sarılıp, yakasını kaldırdı.
Aksaray'a doğru yürümeye başlamadan önce dönüp arkasına baktı.
Kampüs içindeki Beyazıt Kulesi'nin kırmızı ışığı yanıyordu.
"Sevgilim" diye düşündü .. "Sevgilim" ..
İnsan, sadece karşı cinsten birini sevmekle yetinemezdi ki .. Sadece, bir insandan sevgili olmazdı ki ..
Belki de en doğru aşk, bir ruhu sevmekti ..
İstanbul Hukuk Fakültesi'ni, koridorlarını, yüzlerce öğrenci ile birlikte ders dinlediği Ebul'ülâ Mardin Amfi'sini, Roma Hukukunu, ilk kez duyduğu 1876 Kanunu Esasi'yi, hocaları Ziya Umur, Tarık Zafer Tunaya, Sulhi Dönmezer ve daha nicelerini, hukuk kitapları ile tıka basa dolu Filiz Kitabevi'ni, o ruha ait her şeyi, her şeyi seviyordu genç adam..
Sonbahardan büyük bir soluk aldı içine, akşamın yüzüne doğru mutlulukla gülümsedi ..
İstanbul ne yaparsa yapsındı, kalbine dokunan sevgilisi vardı ya, aşık olduğu ruh yeterdi ona..
Zaten genç yaşında yüreğine çöreklenen bu sevda onu hiç terk etmeyecek, yaşam boyu yapışık ikizler gibi birlikte olacaklardı.
Hızlanmış olan yağmura aldırmadan, Yedikule'de bir apartmanın bodrum katındaki dairesine gitmek için yürüyüp, İstanbul'a karıştı..
Yanından gelip geçenler onun ne düşündüğünü bilselerdi şaşırırlardı hiç kuşkusuz.
Türk Kanunu Medenisi'nin birinci maddesini tekrarlayıp duruyordu içinden genç adam;
"Kanun, lafziyle veya ruhiyle temas ettiği bütün meselelerde mer'idir. Hakkında kanuni bir hüküm bulunmayan meselede hakim örf ve adete göre, örfü adet dahi yok ise kendisi vazıı kanun olsaydı bu meseleye dair nasıl bir kaide vazedecek idiyse ona göre hükmeder.
Hakim hükümlerinde, ilmi içtihatlardan ve kazai kararlardan istifade eder." 

( Şubat/2021, İzmit )


AFFET BİZİ (R...) ANNE !

Takvimlerin 1984 yılı Temmuz ayını gösterdiği güzel bir yaz günü başlar, şimdi küçük bir kesitinden söz edeceğim yolculuğum.

Üniversite yıllarından sonra doğduğum topraklarda Tokat Hakim Adayı olarak başladı meslek yaşamım.
Sonrasında Cumhuriyet Savcısı ve Cumhuriyet Başsavcısı olarak ülkemin çeşitli il ve ilçelerinde geçirdiğim uzun görev yılları.
(26) yaşında genç bir insan olarak başladığım meslekten tam (28) yıl sonra emekli olarak ayrılışım. Emeklilik denmez belki buna. Kulvar değiştirme demek daha doğru olacak sanırım.
Emekli olduktan birkaç ay sonra adalete avukat olarak hizmet etmeye devam etmek. Hem de hiç doymadan, doymayı hiç düşünmeden..
İlk günden bu yana geçmiş olan on yıllardan sonra dönüp bakıyorum da geriye; adalete hizmet etmek aşkla bağlı olduğum bir yaşam biçimi olmuş benim için. Onsuz bir yaşam; kalbime kan akışının kesilmesi, hücrelerimin oksijensiz kalması gibi.. Adliye koridorlarının tozlu havası derimin altına sinmiş hiç çıkmazcasına.. Ve sözüm sözdür kendime; bir gün bu aşkım beni bırakıncaya kadar el ele olacağız onunla..
Dolu dolu yaşanılan onlarca yıldan öylesine anılar kaldı ki geriye, bazen kendime "hadi yaz hepsini, daha geç olmadan yaz, onlar sadece sana ait değil ki" derim. Adliyeleri, cezaevlerini, olayları, davaları, insanı, yaşamın kendisini, hepsini yazmak isterim de bir türlü başlayamam nedense. Umarım bir gün kalemim yazmaya başlar, belki de o günü bekliyorum ben.
Her neyse, asıl anlatmak istediğime geleyim. Bunca yıllık meslek yaşamımda beni üzen ve çaresizliği yaşatan sayısız olay da oldu hiç kuşkusuz. Bunlardan sonuncusunun acısı henüz çok taze. Ve bunu siz dostlarımla paylaşmak belki bana iyi gelecek kim bilir..
O zaman hadi başlayalım (R...) Anne'nin içimi acıtan öyküsüne ..
18 Mart Perşembe günü il dışından arayan bir dostum, "bir yakınının yıllar önce verilmiş bir mahkumiyet kararı nedeniyle cezaevine konulduğunu" söyleyerek, yardım istedi. (85) yaşında ve ciddi kalp hastalığı olan (R...) Anne'den söz ediyordu dostum.
Kısa süre önce kalp krizi geçiren (R...) Anne İzmit'teki özel bir hastaneye kaldırılmış, yatarak tedavi görmüş ve kalp damarlarına iki adet stent takılmıştı. Yaşı nedeniyle de daha ileri tedavi için durumu izlemeye alınmıştı.
İşte tam bu sırada, yıllar önceki mahkumiyeti nedeniyle hakkında yakalama kararı çıkartılmış olduğundan, polis hastaneye gelip kendisini almış ve (R...) Anne savcılık tarafından cezasını çekmesi için bir ilçe cezaevine yollanmıştı.
İçimde kötü bir hisle sabahı zor edip, erken saatlerde o ilçeye hareket ettim. İlk durağım ilçe adliyesi idi. Savcılık yetkilileri ile görüşüp, (R...) Anne'nin ilçe cezaevinde olduğunu öğrendim. Durumun farkındaydılar. Onun ileri yaşını ve hayatını tehdit eden rahatsızlığını biliyorlardı. Hatta devlet hastanesinden rapor alınmıştı. Raporda; "(R...) Anne'nin bakıma muhtaç olduğu, bundan dolayı cezasının infazının hayati tehlike oluşturabileceği, cezaevi koşullarında hayatını yalnız devam ettiremeyeceği" vurgulanarak, nihai kararın adli tıp kurumu tarafından verilmesi öneriliyordu.
Bunun üzerine adliyeden cezaevine geçtim. Önce cezaevi yetkilileri ile görüşüp, (R...) Anne'nin infaz dosyasını inceledim. Yetkililerle birlikte yaptığımız hesaba göre onun 20 gün sonra açık cezaevine ayrılması gerektiğini, covid-19 salgını nedeniyle açık cezaevleri kapatılmış olduğundan izinli olarak evine gidebileceği hususunda mutabık kaldık.
Bütün bunlardan sonra da (R...) Anne ile görüşmek istedim. Uzun süren bir bekleyişten sonra onunla görüş için ayrılan yerde buluştuk. Kendisini bir kadın infaz koruma memuru tekerlekli sandalye ile getirmişti. Bulunduğumuz yer bir koridor olup, boydan boya kalın bir cam perde ile bölünmüştü ve bir tarafında ben, diğer tarafında da onlar bulunuyordu.
Tekerlekli sandalyesinde (R...) Anne oldukça bitkin gözüküyordu. Hatta biraz şaşkın, ürkek ve neler olduğunu anlamaya çalışır bir hali vardı. (8) gündür cezaevinde idi ve kendisi ile ilk görüşen kişi bendim. Bu arada hafifçe titrediğini ve düzensiz nefes aldığını da fark ettim.
Yüzümdeki maske ve aramızdaki cam bloku aşarak (R...) Anne'ye seslenip, beni gönderen dostumun ve kocasının ismini söyledim. Ancak beni duymakta zorluk çektiği için infaz koruma memurundan yardım istedim. Benim söylediklerimi memur ona tekrar etmeye başladı. Buna rağmen beni gönderen yakınının ve gerekse kocasının ismini duymak (R...) Anne için bir anlam ifade etmedi. Ya da bana öyle geldi, tepki vermedi çünkü. İnfaz ve koruma memuru arkadaşımız aracılığıyla ona; "sakin olmasını, kendisini cezaevinden çıkarmaya geldiğimi, bazı işlemlerin yapılması gerektiğini, ancak bir haftaya kadar kendisini cezaevinden çıkaracağımı ve evine gidebileceğini" söyledim. Ancak o "söylediklerimi duymadığını, midesinin bulandığını ve hasta olduğunu" birkaç kez tekrar etti. Bunun üzerine memur arkadaş; "bak avukatın geldi, seni buradan çıkartacak, evine gideceksin, bazı resmi işlemler varmış, ama on güne kadar evine gideceksin" dedi. Bu sözleri duyan (R...) Anne bana baktı. O an, konuşurken kendisine "anne" diye hitap ettiğim bu güzel insanın gözleri gözlerime değdi. Daha doğrusu bakışı gözlerime mühürlendi. Çünkü; bakışında insanın yüreğini dağlayan bir minnettarlık duygusu ve "tamam, sen beni buradan çıkar oğlum" ifadesi vardı. Boğazımda kabaran ve konuşmama engel olan kocaman bir düğümü yutmaya çalışarak memur arkadaştan görüşmeyi sona erdirmesini istedim. Ayrıca, (R...) Anne'yi sakinleştirip koğuşuna götürmesini, yine geleceğimi, ona çok iyi bakmalarını da istedim. Ayrılırken (R...) Anne'ye el salladım. "Yine geleceğim anne" diye seslendim. Beni duyup duymadığının, onun da bana el sallayıp sallamadığının farkında olamadım. Çünkü o sırada, kendi barajının kapaklarını patlatırcasına gözlerime hücum eden göz yaşlarımı tutmaya çalışıyordum..
Durumu bir kez daha cezaevi yetkilileri ile görüştükten sonra adliyeye geri döndüm. Cumhuriyet Savcısı ve İnfaz Bürosu Müdürü'ne gidip mevcut durumu anlattım. Adli Tıp Kurumu'nda rapor gelmeden infazının tehir edilemeyeceğini bildiğim halde, bir an önce kendisini tahliye etmeleri hususunda ısrarcı oldum. Ancak, yasa o kadar açıktı ki, benim de onların da adli tıp raporunu beklemekten başka çaremiz yoktu.
Bu aşamadan sonra; İnfaz Savcılığına bir dilekçe vererek "(R...) Anne'nin cezaevinde kalmasının hayatı için tehlike oluşturduğunu, ileride telafisi imkansız ve üzücü bir duruma sebebiyet vermemek için acilen tahliye edilmesini, en azından hemen tam teşekküllü bir sağlık kuruluşuna kaldırılmasını" istedim. Yetkililerin bu konuda gereğini yapacaklarından emin olduktan sonra İzmit'e evime döndüm.
Huzursuz bir uykuyla geçen geceden sonra ertesi sabah saat 09:20'de çalan telefonumdaki bir ses "(R...) Anne'nin vefat ettiğini" söyledi. Telefondaki kişi anlatmaya devam ediyordu ama ben onu duymuyordum, dinlemiyordum daha doğrusu.. O an dünyada hissettiğim ve algıladığım tek şey (R...) Anne'nin gözlerime mühürlediği "yardım dileyen ve minnettarlığını gösteren", bir daha da hiç unutamayacağım bakışı idi ..
Sonrasında öğrendim ki; savcılık ve cezaevi yetkilileri talebime uygun olarak onu hastaneye kaldırmışlar ama o hastanede sabaha karşı saatlerde o güzel gözlerini hayata yummuş, huzura kavuşmuştu ..
Değerli dostlarım; maksadım sizi üzmek değil. Kendi yaşadıklarımı ve duygularımı kendime de saklayabilirdim ama (R...) Anne'nin aziz hatırasının vesile olduğu sistemin aksayan yönünü vurgulamak için bu yazıyı kaleme aldım.
Şöyle düşünün lütfen ! (85) yaşında bir kadın hükümlü var. Çok yıllar öncesinde her nasılsa almış olduğu bir mahkumiyet söz konusu. Hiç kuşkusuz; suç varsa, ceza da var. Suçun bedeli ceza olarak ödenecek elbette. Ama (R...) Anne'nin hem çok ileri yaşı söz konusu, hem de kalp krizi geçirdikten sonra tedavi gördüğü hastaneden cezaevine götürülmüş olması gerçeği var orta yerde. O çok hasta ve hayati tehlikesi söz konusu. Bu durumda bırakın cezaevine konulması, en iyi koşullara sahip bir sağlık kuruluşunda tutulması gerekiyor.. İşte tam da bu sırada, infazın ertelenmesi için yaşamın gerçeklerine uygun yasal düzenlemelere ihtiyaç var. Mevcut düzenleme; bu durumda (R...) Anne'nin tahliye edilebilmesi için öncelikle adli tıp raporunu istiyor. Oysa ki bunun için vakit yok. Zaman o güzel insanın hayatını tehdit edecek kadar hızlı akıyor.
İşte insan burada şunu düşünüyor; neden adli tıp raporu beklenir ki? Ortada devlet hastanesi tarafından verilmiş bir heyet raporu varken ve bu rapora göre (R..) Anne'nin tahliye edilebilmesi mümkünken, zaman alabilecek adli tıp raporu neden bekleniyor? Geniş yetkilerle donatılmış Cumhuriyet Savcılarına veya İnfaz Hakimlerine bu yetki neden verilmez? Zaten, esas olan insan odaklı bir infaz rejimi değil mi? İnsanlığın ulaştığı bu çağda, insan hayatını infaz edilecek bir cezadan üstün tutmak gerekmez mi?
Sözün kısası dostlarım böyle bir yasal düzenleme olsaydı; (R...) Anne, belki de hastanede değil, kendi evinde son yolculuğuna çıkacaktı.. Ama olmadı .. Çok yaşlar görmüş ve o sırada toplumun sevgi ve şefkatine en çok muhtaç olan bu güzel insan için yapmamız gerekenleri yapamadık ..
Hayatının son anlarında onu demir parmaklıklar arkasında tuttuk ..
Burada, Savcılık ve cezaevi görevlilerinin (R..) Anne'yi tahliye edebilmek için gösterdikleri insani çabayı saygı ile anıyorum. Ama ne benim, ne de onların gücü yasal engelleri aşmaya yetmedi ..
Biliyorum çok uzattım. Ama içimdeki acıyla daha o kadar çok yazabilirim ki ..
(R...) Anne'yi en azından hastaneye kaldırabilmiş olmak ruhumu sakinleştiriyor bir parça. Yine de, onu evine gönderememiş olmanın acısı sanırım beni hep huzursuz edecek ..
O zaman diyelim ki; Allah rahmet eylesin sana güzel insan..
Cennetinde çok mutlu yaşa..
Ve n'olur bizi affet (R..) Anne .. !

( Mart / 2021, İzmit )

SENİ BEN ELLERİN OLSUN DİYE Mİ SEVDİM / ALMUS YENİ SİNEMA

Dışarda, sararmaya ve çıtırdamaya başlayan kuru yapraklarıyla Eylül var.
Yüreklere tıka basa doldurduğu hüznüyle, Günahkar Eylül !
Sarı kuru, serin bir Pazar günü öğleden sonrasıdır zaman.
Cep telefonumdan ses yükselticiye, oradan da odamın içine dağılan Müzeyyen Senar şarkıları..
Ah, bir de gramofondan söyleseydi Müzeyyen, ya da pikaptan, hatta çizik bir taş plaktan.
Sanırsın, randevu vermişler birbirlerine Eylül ve Müzeyyen Senar.
Demişler ki; gidelim, şarkı söyleyip bir şeyler yazdıralım şu İkizler Burcu Adamı'na..
Öyle ya demiş Eylül, burcuna bakmadan bana günahkar diyor bir de, soralım hesabını !
Müzeyyen Senar ! Sevgili Kadın.. Melek olmuştun sen biliyorum. Bakma sen Eylül'e.. Gider yine gelir, yine gider yine gelir, bitmez bizim onunla hesabımız..
Demem odur ki sana; yüzündeki her bir çizgiyi seviyorum, her birimizin katili zamanın senden aldığı, kaybettirdiği her şeyi aklımda tutuyorum. Zamanın asla dokunamadığı sesini çok seviyorum.. Sen benim "Fikrimin İnce Gülü" sün Sevgili Abla..
Her neyse; "Seni Ben Ellerin Olsun Diye mi Sevdim" diyerek dokundun ya kalbime biraz önce..
Tam da o zaman başladı işte çocukluğuma ve Sevgilim Almus'a yolculuğum..
Film bittiğinde ya da 'beş dakika ara' da, Yeni Sinema' dan çıkıp bir sevgiliye kavuşmak ister gibi göle doğru koşardı bu şarkı.
Şimdiki gibi çok katlı ve insan ruhunu gökyüzüne hasret bırakan binaların değil, tek katlı ya da en fazla iki katlı binaların olduğu bir zamandan söz ediyorum.
Her birinin önünde vişne ağaçlarının ve dallarında mutlu serçelerin olduğu bir zamandan..
Ah ! O ses.. Çocuk aklımla Türkan Şoray'ın sandığım, o genizden gelen, berrak ve duygulu ses.. Nasıl da taşardı Yeni Sinema'dan Almus Sokakları' na. Aşka çağırır gibiydi ve bir kadının sesine aşık olmayı o zaman tatmıştım ben..
Bu yazıyı okuyacaklar arasında Hıdır'ın Sineması'nı da hatırlayanlar olacaktır elbette.
Aklımda kalan şey, karanlık ve tuhaf bir toprak kokusu Hıdır'ın Sineması'ndan. Ve beyaz perdede sesler, gölgeler.. Kadın ve erkek sesleri, gölgeleri..
Yeni Sinema ! Her seferinde o renkli gözlü, hep ağlıyormuş gibi ıslak yüzlü, sarışın adama elimdeki bir lirayı uzatıyorum. Yanımda iki kız var, ablam ve kardeşim.. Ve hep aynı cümleyi tekrarlıyorum; 'bir liraya üçümüz olur mu?'
Zaten bu soruma sayısız defa muhatap olmuş adam, ciddi bir tavırla ve o güzel beyaz elleriyle parayı alıp, konuşmadan gözleriyle 'tamam' diyor bana..
Yıllarca tekrar etti bu sinemasal ritüel.
Ve film devam ederken o boş, sakin Almus Sokakları göle o kadar yakındı ki..
Ve göl o kadar temizdi ki..
Çoğu siyah beyaz Yeşilçam Film'lerinin döktürdüğü gözyaşlarını yıkayacak kadar temizdi !
Yani, Müzeyyen Abla.. Ruhun şad olsun..
"Seni ben ellerin olsun diye mi sevdim " diye başladın ya biraz önce; çocukluğum mu, Hıdır'ın Sineması mı, Yeni Sinema mı, göl mü, vişne ağaçları mı, Sevgilim Almus mu, hangisi daha uzak bilemedim doğrusu.. !

(Eylül / 2021, İzmit )



TOPRAĞA BASINCA / ALMUS GÖLÜ'NDEN BİR ÖYKÜ - ANI

Üç kişiydik.
Daha doğrusu, üç çocuk.
Kendimden biliyorum. İnce kemikli, çelimsiz, hani "kaburgaları sayılıyor" diye de tarif edilen bir çocuğum işte.
Hafızamı zorluyorum hatırlamak için, muhtemelen 10 - 11 yaşlarında olmalıyım. 70' li yıllar henüz başlamamış. 70' lerin başı, ortaokula başladığım yıl olduğu için demek ki tahmin ettiğim yaştayım.
Diğerleri de öyle olmalı. Onlar da çocuk elbette. Aynı yaştayız sanırım.
O kadar çok zaman geçmiş ki üzerinden, kim olduklarını, isimlerini filan hatırlamam mümkün değil elbette.
Ama o iki çocuktan birinin o sırada Almus' ta misafir olduğunu çok net hatırlıyorum.
Almus Kaymakamı'nın akrabası olarak ailesi ile birlikte Almus'ta misafir olarak bulunuyordu.
Bakın şimdi ! Kaymakam dedim de .. Tam bu satırları yazarken, Talip Apaydın'ın "Toprağa Basınca" isimli romanı aklıma geliverdi.
"Kendisi küçük yaşta iken annesi ölmüş Erdal, ablası İnci ve babası ile birlikte büyük bir şehirde yaşamaktadır. Yıllar içerisinde ablası İnci öğretmen olup Anadolu' da uzak bir köye atanınca, o sırada ilkokul son sınıf öğrencisi olan Erdal da ablasıyla birlikte gider o köye. Orada geçirdikleri zaman içerisinde köy hayatına alışırlar, köy yaşamının ve kültürünün içerisinde acı tatlı bir çok anı biriktirirler. Erdal'ın tabi ki birçok arkadaşı olmuştur. Yıllar geçer ve küçük Erdal bir ilçeye kaymakam olur." Romanda Erdal'ın ağzından bunlar anlatılır. Çok yıllar önce okuduğum bu romanın benim için en duygusal tarafı, kendisini Erdal yerine Ardal diye çağıran köy çocuklarından birinin hediye ettiği ve yıllarca hatıra olarak sakladığı yuvarlak cep aynasını Ankara Gençlik Parkı'nda havuza düşürmesi ve kaybetmesidir Kaymakam Erdal Sezer'in.
Her neyse..! Konuyu dağıttım sanırım. Ama şunu da söylemeden geçemeyeceğim; bürokrat, devlet adamı karakterli kaymakamlar gelip geçti çocukluğumdan ve Almus'tan. Ünver Ünal ve Ömer Erdal Tüzün hatırladıklarım.. Şimdiki gibi sudan bahanelerle öğretmen azarlayan aşağılayan, kibir abidesi kaymakamlar değil (genelleme yapmıyorum, ülkemin saygın kaymakamlarını bu düşüncelerimden ayrı tutuyorum), öğretmenlere büyük saygı gösteren ve hatta kendileri de öğretmenlik yapan kaymakamlar vardı çocukluğumda. Ömer Erdal Tüzün, ortaokulda Fransızca dersimize gelirdi. Bu yazıyı okuyacak olanlar arasında öğrencileri vardır eminim. "Parlez-vous Français (Fransızca konuşuyor musunuz) ?" demeyi ve "Au clair de la lune, mon ami Pierrot (arkadaşım Pierrot ile ay ışığında)" diye şarkı söylemeyi onunla öğrendik ilkin.. İkisinin de sağ olduğunu biliyorum. Sağlık ve huzur içerisinde yaşasınlar..
Bir de, Toprağa Basınca'yı bulup okumalı yeniden. Mümkünse o yılların baskısı olmalı.
Konuyu dağıtmayayım dedim ama uzatıp duruyorum, farkındayım.
Şimdi devam edebiliriz;
Sanırım bir yaz günü ve biz üç çocuk, Almus Gölü'nün kenarında ve büyük ihtimalle Sıra Kayalar denilen mevkideyiz.
O sırada göl de, göl hani !
En muhteşem zamanlarını yaşıyor; berrak, tertemiz, mavi yeşil turkuaz renkler birbirine karışmış, her yerde sular dolup taşıyor. Almus'un boynuna takılmış çok değerli bir mücevher gibi gündüzleyin pırlanta, geceleri ise yakamoz olup ışıldıyor.
İşte o gölün kenarında biz üç çocuğuz. Belki başkaları da var ama hatırlamıyorum.
Suya girmek için üçümüz de soyunmuşuz. Mayo yerine iç çamaşırlarımız var üzerimizde.
Belli ki gölde yüzmek için oradayız. Bu kimin önerisi, nereden aklımıza gelmiş gölde yüzmek, ben yüzme biliyor muyum, ya diğerleri onlar biliyor mu, bütün bu soruların cevabı bilinmiyor elbette.
Gerçi düşündükçe, o sırada yarım yamalak yüzme bildiğime inanıyorum, ya da öyle sanıyorum.
Nedense, kaymakamın misafiri çocuk ve diğeri beni aralarına almışlar.
Yan yana yüzeceğiz ve ben ortada olacağım.
Belki de iyi yüzemediğim için beni araya alıyorlar.
Neyse, üç çocuk aynı anda suya girip, su bel hizamıza geldiğinde yüzmek için ileriye doğru atılıyoruz.
Hepi topu yüzeceğimiz mesafe 25 - 30 metre kadar. Toprağın göle doğru çıkıntıları bir körfez oluşturmuş ve biz o körfezin bir ucundan diğerine kadar yüzeceğiz.
Evet yüzmek için suya atıldık, gölün tatlı suyuyla kucaklaştık ve çok hızlı, biraz da panik halindeki kulaçlarla karşıya yüzmeye başladık.
Her şey yolunda, üçümüz de yüzerken konuşamıyoruz ama başardığımız için mutluyuz.
Derken, tam da yolun ortasında, farkında olmadan solumdan bana fazlaca yaklaşmış olan kaymakamın akrabasının dirseği başıma çarpıyor.
Ve ben dengemi kaybedip, yüzmeyi bırakıyorum, artık yüzemiyorum.
Bir anda suya batıyorum. Ama su yutmuyorum. Çırpınıp su yüzüne çıkıyorum. Sonra tekrar batıyorum. Bu arada bir el, beni belimden tutup çekmeye çalışıyor. Kaymakamın akrabası çocuk bu. Neler olduğunun farkında ve bana yardım etmeye çalışıyor. Ama bir yararı yok. Batıp çıkmaya devam ediyorum.
İşin tuhaf tarafı, bu sırada hiçbir korku hissetmiyorum, biraz sonra ölebileceğim ihtimali aklıma bile gelmiyor. Hiçbir şey düşünmüyorum.
Kaç defa battım suyun içine, kaç defa yüzüne çıktım, bunları hiç hatırlayamadım zaten. Ancak, son kez batışımı çok iyi hatırlıyorum; nedense su yutmuyorum. Ya da yutmadığımı sanıyorum. Filmlerde siz de görmüşsünüzdür. Boğulmakta olan bir kişinin kendisini yutmakta olan suya teslim olma anı vardır. Suyun dibine doğru, hareketsiz, çoğu zaman yüzünde gülümseme benzeri bir ifadeyle batar kişi. İşte tam da öyleyim. Suyun içindeki uğultu, suyun sesi ne kadar da hoş bir melodi tınısında. Gözlerim kapalı ama suyun bütün renklerini hissediyorum. Su, dostça kucaklıyor, sarıyor her yanımı. Suyun tadını bile hissediyorum bu sırada. Hiç korkutmuyor, hiç.. Dibe doğru gidiyorum. Ne olduğu hakkında bir fikrim yok, batıyorum.
Ve derken ayaklarım, Almus Gölü'nün altında kalmış uçsuz bucaksız tarlalardan birine değiyor. Toprağa basıyorum.. Ve refleks olarak yukarı doğru çıkış. Nedense artık batmıyorum. Çünkü yürüyebiliyorum..
Gölün kenarında, kırmızı çamurlu toprakta bir süre üçümüz de yatıyoruz. Hayatla ölüm arasındaki ince çizgide gidiş gelişimin şokunu böylece atlatmaya çalışıyoruz..
Çok yıllar sonra İstanbul Üniversitesi'nde hukuk okurken, adli tıp derslerinde rahmetli hocam Şemsi Gök'ten öğrenecektim, "suda boğularak ölmenin" en kolay ve acısız ölümlerden biri olduğunu. Suda boğulmanın üç evresi vardı ve son evrede insanın hissettiği bilinç kaybı ve belki bir mutluluk hissi idi.
İşte böyle, çok yıllar öncesinde yaşanmış ve pek de sözü edilmemiş bir anıyı sizinle paylaşmış oldum.
Almuslu, rahmetli annemin öğrencisi Emrah Şam kardeşim, birkaç gün önce "Almus Gölü'nde, Sıra Kayalar Mevkii'nde ne kadar da çok çimdiklerini" facebook paylaşımında anlatınca, ben de bu anımı sizinle paylaşmak istedim.
Sonrasında; her türlü suda yüzdüm, çok iyi yüzdüm, bu olay hiç aklıma gelmedi.
Sözün kısası; yüzmeyi sevdim, hep sevdim ..
Çocukluğumu, Almus'u ve Almus Gölü'nü de çok sevdim elbette.. !
( Ekim / 2021, İzmit )  


Salı, Temmuz 19, 2022

CEMİL'İ GÜLDÜREN ADAM / JAİRZİNHO - PELE - TOSTAO VE MEXİCO 70 / VE DE KURTULUŞ SPOR

 



" Cemil, yeter Cemiiil ! " diye bağırdı adam aniden. Herkes gibi o da ayaktaydı ve sesinin güçlü çıkması için her iki avucunu ağzının kenarlarına siper etmişti.
Bu seslenişi, açık tribünde adamın çevresindeki herkes duyduğu gibi o sırada Sivasspor kalesine doğru topu koşturmakta olan Cemil de duydu. Bir an durakladı Cemil. Sonra göz ucuyla sesin geldiği tribüne baktı. Zaten tribüne çok yakın bir yerde, sahayı sınırlayan çizginin üzerindeydi neredeyse. Ve ağız dolusu gülümsedi Cemil yeşil sahanın içinden, ikindi güneşi altında.
Bütün bunlar birkaç saniye içerisinde yaşandı. Ama etkisi çok büyük oldu. Tribünün o kısmında bulunan seyirciler Cemil'in kendilerine doğru gülümsemesinden çok mutlu oldular. "Gülüyo lan, gülüyo, valla lan gülüyo" diye sevinçle bağırıştılar. Ve hem Cemil'i, hem de Cemil'i Güldüren Adam'ı alkışladılar.
O sırada açık tribünde, Cemil'i Güldüren Adam'ın yanında ayakta maçı izliyordum. Gözlerinin yaşardığını hissettim adamın. Boğazının düğümlendiğini de. Görmeme gerek yoktu ki.. Hissetmiştim işte .. Başka kimse de göremez ve hissedemezdi bunları zaten..
Bilirsiniz .. İnsanın olduğu her yerdedir aşk !
İnsanın yapışık ikizi gibidir.
Bazen insan, bu ikizini fark etmeden yaşar. Bilmez aşık olduğunu, sevdiğini sanmaktadır o yalnızca.
Oysaki; ruh, kalp ve beyin üçlüsü onay verdi mi bir kez, sevgi eşiğini aşıp bedende soluk alıp vermeye başlar aşk !
Ve bu yapışık ikizlerden henüz sırrı çözülmemiş olanı, damarlarından bir yol bulup kanına karışarak besler insanı.
Sevginin ulaştığı zirve değil midir zaten bu sihirli duygu..
Üstelik yaşam yolculuğunda insan değiştikçe, kılıktan kılığa giriyor aşk da.
Sadece bir kadına ya da erkeğe yönelmekle yetinmiyor, yaşamda herhangi bir şeye duyulan sevgi, zamanla aşka evrilebiliyor..
Futbol aşkı da böyle bir şey ! Sevgi ötesi ..!
Cemil'i Güldüren Adam'ın bir an yutkunmasını engelleyen, eğer kirpikleri kendiliğinden kırpışıp tutmasa ortalığa saçılacak olan gözyaşları da bu aşka dahildi..
Fenerbahçe'nin efsane futbolcusu Cemil Turan'ın kendisini güldüren adama gülümsemesi, Fenerbahçe'nin bu aşka verdiği karşılıktı..
1973 yılının bir sonbahar gününde, Sivas 4 Eylül Stadı'nda, adamın sarı lacivert sevgisi ete kemiğe bürünmüş, Fenerbahçe aşkı Cemil Turan'ın gülümsemesinde karşılık bulmuştu..
Ve ben, 15 yaşımın çocukluğuyla, bu eşsiz aşkın sanki 1907'den bu yana en büyük tanığıydım..
Aslında, milyonlarca insan gibi ben de bu aşkın bir tarafıydım. Fenerbahçe'yi ilk kez izliyordum o gün ve benim aşkım da o statta vücut buluyordu..
Adamın, neden " Cemil, yeter Cemiiil ! " diye bağırdığına gelince..
Ulaşımın ve iletişimin sınırlı olduğu, televizyonun ve internetin çoğunluk tarafından belki adının bile bilinmediği bir zamanda, Fenerbahçe takımı özel maçlar yapmak için bir Anadolu Turnesi'ne çıkmıştı. Önce Erzurum'da Erzurumspor ile oynayan Fenerbahçe, şimdi de Sivas 4 Eylül Stadı'nda idi. Bu özel maçı Fenerbahçe 3-1 kazanmıştı ve gollerin birini "Bay Gol" lakaplı Osman Arpacıoğlu, ikisini ise Cemil Turan atmıştı. İşte, Cemil'i Güldüren Adam, onun ikinci golünden sonra tribünden "Cemil, yeter Cemiiil ! "diye bağırarak seslenmişti ona.. Ondan sonra da maçta başka gol olmamıştı. Belki de kendisini güldüren adamın, bir Fenerbahçe aşığının çağrısına uymuştu Cemil, başkaca gol atmamıştı o maçta. Kim bilebilir ki ...!
Cemil'i Güldüren Adam, Fenerbahçe sevdasının tohumlarını ekti yüreğime, taa çocukluğumda.. O Fenerbahçe'yi sevdikçe, ben de sevdim. Birlikte güldürdü Fenerbahçe bizi, birlikte ağlattı.. Mutluluklarımız, üzüntülerimiz ortaktı. Gün geldi küstüm aşkıma, vazgeçecek oldum sevmekten Fenerbahçe'yi, başarısızlıklarına kırıldım, sitem ettim.. Sonra, utandım Cemil'i Güldüren Adam'dan, çünkü onun aşkı benimkinden üstündü. O, Fenerbahçe'yi koşulsuz seviyordu..
Öğrendim ondan, evet öğrendim ve hiç unutmadım, sevgi koşulsuz olmalıydı.. "Ama", denilerek aşk olmazdı..! Cemil'i Güldüren Adam, Canım Babam, Fenerbahçe üzerinden muhteşem bir yaşam tecrübesi armağan etmişti bana. Ve ben hala sevdim mi, koşulsuz seviyorum.. Yaşamda sevdiğim hiçbir şeyi bir koşula bağlamıyorum, her şeyden bağımsız, sadece seviyorum..
Her neyse.. İçimdeki futbol aşkını alevlendiren olay, 1970 yılında Meksika'da düzenlenen Dünya Kupası oldu. "Mexico/70" yani. O sırada sadece 12 yaşındayım. Çocuk işte. O zamanlar, bilgi çağından çok uzaktayız. Daha doğrusu bilgi şimdiki gibi ışık hızıyla yayılmıyor. Dünya Kupası nedir, nasıl bir organizasyondur, Meksika neresi, Brezilya'nın efsane futbolcuları kimler, daha önce hangi ülkeler şampiyon oldu, şimdi kim olacak, falan filan.. Zaten televizyon yok, şimdiki gibi internet yok, sadece radyo ve gazeteler var. Maçlar oynanıyor, günler haftalar sonra sonuçlarını bir gazete parçasından öğreniyoruz. Radyoda maç yayını zaten yok. Ama bir fotoğraf var ki..! Her şeyin özeti. Görmesek de olur Mexico/70'i. O yılın dünya şampiyonu Brezilya'nın efsane forveti Jairzinho, Pele, Tostao'nun unutulmaz bir gol sevinci..! Yazıma ekledim fotoğrafı. Yıllarca, yıllarca bu fotoğraf hafızamdan hiç silinmedi. İçimdeki futbol aşkını büyüten yıldı 1970 ve Mexico/70 Dünya Kupası..
Almus'ta en son rahmetli Kadir Çavuş'un evinde oturmuştuk. Altında, Üzeyir Amca'nın kahvehanesi vardı. Üst kattaki evimizin yola bakan penceresinden eski cami ve onun bahçe duvarları içindeki vişne ağaçları gözükürdü. Ahh ! Almus'un vişne ağaçları..! Ne çok sevdim ben sizi bilseniz.. Şimdi de, nerede bir vişne ağacı görsem, meyvelerinizin o buruk tadıyla, ellerimde ve dudaklarımla bıraktığınız kırmızı lekelerle içimden gelip geçersiniz, şarkıdaki gibi..
İşte, sözünü ettiğim o caminin arkasında çok geniş bir alan vardı. Şimdi orada, sanırım yeni cami, hükümet binası ve betonarme başka binalar var. O zamanlar, bomboş bir bir alan olan bu yerde, 31/Mart/1972 Kızıldere Olayları'nda helikopterlerin inişini ve Nato Hıdır'ın unutulmaz nutkunu belki bir başka yazımda anlatabilirim. Ha ! Ne diyordum. Kurtuluş Spor'dan söz edecektim aslında. Fotoğrafa bakarsanız, futbol takımından daha çok bir basketbol takımına benziyor değil mi, beş kişilik kadrosuyla..!
Ama bence, Brezilya'nın unutulmaz üçlüsü Jairzinho, Pele ve Tostao'yu boş verin siz. Kurtuluş Spor'un efsane kadrosuna bakın; "Ayaktakiler soldan sağa; Hüsnü Yıldırım, Bayram Ali Yavaş, İzzet Oğuz / Oturanlar; İbrahim Ethem Dikmen, Osman Yıldırım" ..
Eğer Almus'a yolunuz düşerse, Türkiye Elektrik Kurumu Lojmanları'nın tenis kortunda, göl kenarındaki bir çayırlıkta ya da Almus Sokakları'nın birinde, kan ter içinde bir naylon topun peşinde koşarken görebilirsiniz onları..
Bana gelince; Mazi Kalbimde Yaradır .. !

( Ekim / 2021, İzmit )



KADININ ÖLDÜĞÜ YERDE

Yine oldu. Tam da, “acaba bir daha olmaz mı” diye umut ederken, yine oldu işte.

Diğerlerinden bir farkı yoktu aslında. Daha önce sayısız defa olduğu gibi, yani neredeyse artık alışıldığı gibi oldu her şey.Birkaç gün önce; ülkenin bir yerinde, yine bir ruh hastası ortaya çıktı. Ve yine masum ve savunmasız bir kadın öldürüldü. Öldürüldü demek hafif kalıyor sanırım, acımasızca katledildi demek daha doğru olacak.

Öyle ya ! Savunmasız bir kadına önce tabancayla birçok kez ateş edip yaralayan, ölmediğini görünce de bıçakla boğazını kesen bir vahşinin acımasızlığını anlatabilmek kolay değil ki.
Olayın psikolojik, sosyolojik ya da insanla ilgili tüm bilim dalları açısından değerlendirilmesini işin uzmanlarına bırakarak, başka bir pencereden bakalım biz.
İnsanlığa karşı en büyük suçlardan birini işleyen bu hastalıklı zihniyet, yine hepimizin ezberlediği bildik savunmayı yaptı. Hayattan acımasızca kopardığı kadına “aşık olduğunu ve aşkına karşılık alamadığı için onu öldürdüğünü” söyledi.
Zavallı ! Aşkın ne olduğundan habersiz zavallı ! Bilmiyor ki; aşk, iki kişiliktir. İki kişide hayat bulur aşk. İnsanın yaşaması için hava ve su nasıl zorunlu ise, aşk için de iki kalbin varlığı zorunludur. Aksi takdirde eksiktir aşk, yok hükmündedir hatta. Kalplerin birbirini öpmesidir aşk ! Bir ruhun, başka bir ruha sarılmasıdır. Ve iki kişilik olduğu, iki kalp tarafından paylaşıldığı için de dünyanın en tatlı yüküdür aşk. Tek kişilik değildir ki o, sadece sana verilsin. Bir tek kişinin sahiplenebileceği bir duygu hiç değildir. İnsana bahşedilmiş muhteşem bir armağandır o. Kısacası; iki kişinin mucizesidir aşk..
Seninkisi sevmektir sadece, bilesin ruhsuz adam ! Tek taraflıdır. Her sevmek de aşk değildir elbette. Sevgin karşılık bulmayınca aşka dönüşemez ki hissettiğin. Sana ait bir duygu olarak sende kalır yalnızca.
Senin gibi yanılır insan çoğu zaman. Sevmeyi ve aşkı birbirine karıştırır. “Ben sevdim ya, yeter” diye düşünür belki. Kendini kandırır aşık oldum diye. Ortada aşk yoktur ki, hissettiğin duygu aşık olmak olsun. En büyük yanlışın da, senin sevginin doğal olarak karşılık bulacağını düşünmendir. Bu mümkün değildir narsist adam. Hiçbir kalbe zorla giremezsin. Kapıları kapalı bir kalbe dokunman mümkün müdür hiç..
Hadi, bir an için bu söylemlerimizden vazgeçip, senin yaşadığının aşk olduğunu kabul edelim. O zaman, aşkını yaşatmak yerine neden öldürmeyi seçtiğini söyler misin ? Aşk yaşatılmak içindir, yaşamak içindir.
Eğer seninkine aşk diyeceksek; kavuşamadığı Leyla’sı için çöllerde avare dolaşırken görülüp kendisine kim olduğu sorulduğunda “Leyla” diye cevap veren; nereden geldiği sorulduğunda “Leyla’dan; nereye gittiği sorulduğunda da ”Leyla’ya” diye karşılık veren Mecnun’unkine ne diyeceğiz o zaman ? İnsanlık tarihi boyunca aşk için yazılmış şarkıları, şiirleri, kitapları; aşkı anlatan resimleri, heykelleri ve diğer sanat eserlerini nereye koyacağız ? Aşık olduğu kadınla evlenebilmek için, o kadının kalbindeki krallığını tercih ederek İngiltere tahtını bırakan VIII. Edward’a haksızlık etmiş olmaz mıyız sence ? Kral olarak yaşamak yerine, aşkını yaşatmayı seçmiş olan Edward’mı, Leyla’sına kavuşması engellendiğinde ona zarar vermeyi aklından dahi geçirmemiş olan Mecnun’mu, yoksa ilkel bir şekilde öldürmeyi seçmiş olan sen mi hak ediyorsun saygıyı ne dersin ? Onu sevdiğini söylüyorsun ama bence sadece kendini seven narsistin birisin sen. Eğer gerçekten sevmiş olsaydın, onu öldürmek yerine yaşatırdın. Belki de kadınlar için karşı koyulamaz bir caziben olduğuna inanıyordun. Bu yüzden kurbanın tarafından reddedildiğine şaşırmış ve kendince cezasını kesmiş olmalısın.
Evet, önceki gün bir kadın daha hayattan kopartıldı. Dünya artık onsuz dönecek. Ona aşık olduğunu zanneden kişi ise; tiksindirici bir fazlalık olarak yaşamaya devam edecek.
Hep birlikte ona; “Kadının öldüğü yerde, hiçbir şey yaşayamaz” desek, bizi anlar mı dersiniz ?

( Kasım / 2021, İzmit )

 SENİ KÜÇÜK LEKE !

Faruk Nafiz Çamlıbel'in çok sevdiğim şiirlerinden biridir, "Cennet ve Cehennem".
Lise edebiyat kitaplarımda vardı, çok iyi hatırlıyorum.
Belki de, babamın kütüphanesindeki Vasfi Mahir Kocatürk'ün, "Türk Edebiyatı Antolojisi" kitabında rastlamışımdır ilk önce.
İstanbul'un üzerine bir yaz akşamüstüsü çökerken, yaşanan o kızılca kıyameti anlatır bu şiirinde Faruk Nafiz.
"Bir orman yangınıyla kızardı karşı dağlar
Taraf taraf tutuştu meş'aleler, çırağlar
Bir renge girdi eşya günün altın tasında
Bu kızıl kâinatın gezerken ortasında"
diyerek, batan güneşin İstanbul'da çıkardığı muhteşem yangını anlatır.
Şiirde, en çok sevdiğim dizeler ise şöyledir;
"Gördüm, sihirbaz gibi geçtiğini üç kızın
Bu ateş aleminin içinden yanmaksızın.."
Aklıma eski İstanbul gelir bu dizelerle. Henüz dünyada olmadığım zamanların İstanbul'u. Görmeden sevdiğim İstanbul. Yaşam tarzıyla, kültürüyle, doğasıyla, insanıyla.. Sadece surlar içinde kalan, şarkılar ve şiirlerle anlatılan İstanbul..
Yani, şarkıdaki gibi "Ey güzel İstanbul, benim sevgili yarim !" diye seslenilen İstanbul..
İşte o İstanbul'un, cumbalı eski zaman evlerinin birbirine yaslandığı ve bir yokuştan denize inen hanımeli kokulu sokaklarında, akşam güneşini arkalarına alıp yürüyen üç kız canlanır hayalimde. Gençlik çağının o pırıltılı neşesiyle gülüşerek, bir yangının içinden geçerler. Akşam esintisiyle dalgalanan uzun saçları, etekleri savrulan elbiseleri tutuşur da, yanmadan çıkarlar o ateş aleminin içinden. Yüzleri yoktur kızların, o kızıllığın içinde üç gölge, üç sihirbazdır onlar Faruk Nafiz'in dediği gibi.
Onlar gittiğinde, yangının kızıllığı benim yüzümde dalgalanıp oynaşır.
Küçük olurum hemen.. Beş altı yaşlarındaki ben .. Kısa pantolonlu bir çocuk..
Bir köy evinin ocağında çıtırdayan ağaç dallarının alevi, gözlerimin içindedir şimdi.
Ocağın hemen önündeyim işte.
Henüz dünyayı bilmiyor olmanın masumiyetiyle bağdaş kurmuş oturuyorum.
Sonra, alevler içerisindeki dallardan patlayarak kopan küçük bir parça uçuyor ve tüm yakıcılığıyla çıplak bacağıma yapışıyor.
Acıyla bağırıp, ağlamaya başlıyorum.
Koşarak gelen ev sahibi kadın, kucaklayıp göğsüne bastırıyor beni.
Ellerinin, saçlarının, giysilerinin kokusu ne kadar hoş.. Anneminkiler gibi..
Beyaz badanalı kerpiç duvarlar, renkli yastıklarla süslü sedir, kapının karşısındaki demir karyola, çivilerle duvara tutturulmuş ve üzerinde kahve içip fal bakan kadınların resmi olan halı, bir dolabın içinde yığılmış tertemiz yataklar, küçük tahta pencerelere asılmış uçları kırlentli patiska perdeler, duvarın birinde kasketli, bıyıklı ve sert bakışlı bir adamın çerçeveli fotoğrafı, biraz sonra içmek için ocakta kaynatılan sütün iştah açan kokusu, bahçe duvarının üzerinden gülümseyen sarı üzüm salkımı .. Her şey.. Her şey ne kadar da güzel ve dingin..
Bacağımın acısı devam ediyor. Derin bir yanık. Kadının kocası kucaklıyor beni bu kez. İri yarı, kırmızı yanaklı, beyaz gömleğinin üstünde yeleği olan bir adam. Uzun sarı dişleriyle ve bir çocuğunki kadar temiz gözleriyle gülüyor. Güçlü kollarıyla havaya doğru kaldırıyor beni. "Kocaman adam olduğumu ve ağlamamam gerektiğini" söyleyip, kalın bıyıklı ve sert sakallı yüzünü yanağıma yapıştırıyor, öpüyor beni.. İşte aynı hoş kokuyu yine hissediyorum..
Artık çok geride kalmış, eski zamanlara ait hayatların içinde hep var olmuş bir koku bu.. Mutluluğun o doyumsuz kokusu..
Baraj Gölünün yerinde uçsuz bucaksız tarlaların, sıra sıra tepelerin ve küçük mutlu köylerin olduğu; doğanın her yerinden tazelik, bolluk ve bereketin fışkırdığı; akşamları evlerde gaz lambalarının yandığı, elektrik denilen şeyin akşamüstünden gecenin on birine kadar patırtılı sesiyle çalışan bir jeneratörün sokaklardaki solgun ışığından ibaret olduğu; yer sofrasında buluşmuş ev halkının aynı tencereye girip çıkan kaşıklarının doyumsuz yakıcı tadının hissedildiği; geceleri, "evvel zaman içinde / kalbur saman içinde / cinler cirit atarken / eski hamam içinde.. bir varmış.. bir yokmuş.." diye başlayan masalların anlatıldığı; sarı ışıklı gündüzlerde, pembe akşamüstülerinde, siyaha boyanmış gecelerde ve hepsi zamanında gelen mevsimlerde yaşayan insanların, birbirlerini sevip saydığı; sokaklarda huzurun, sakinliğin ve güvenin dolaştığı, hayatın iyilikle, telaşsız ve ağır aktığı bir eski zamandır işte anlatmak istediğim..
Derler ki; belki 1963, belki de 1964 yılıymış. Siyasi seçimler yapılıyormuş ülkede. Öğretmen olan babam ve annem de seçimlerde sandık kurulunda görevli imişler. O gün, işte bu yüzden T... Köyü'nde imişiz ailece. İ.... Ağa namında bir güzel insanın evinde misafirmişiz.
Bir daha hiç öyle tatlısını içmediğim sütün ocakta kaynamasını beklerken, bir küçük ateş parçası, bir "cıngı" yakmış canımı.
Geçen onca yıl içerisinde unuturdum belki bu olayı, hala sağ bacağımın diz yan kısmındaki yanık lekesi duruyor olmasaydı eğer.
Bazen gözüme çarpar da, dokunurum parmaklarımla, gülümserim, ve şöyle demek gelir içimden;
"İyi ki benimlesin ! Sadece dizimde değilsin, gelmiş geçmiş hayatların ve güzel insanların hatırası olarak da yüreğimdesin..
Seni küçük leke !
Mazinin, kalbimdeki yarasısın sen.."

( Temmuz / 2022, İzmit )

 SIHHİYE M..... AMCA'NIN KERPETENİ

Annemin yanında, uysal ve küçük adımlarla yürüyordum. Adımlarımın küçüklüğünün nedeni, pasif bir direnişti belki. Ya da biraz sonra olacak kötü şeyleri kendimce geciktirme çabasıydı.
Aslında tam bir teslimiyet içindeydim. Başına gelecek şeyleri anlamaya çalışan kurbanlık koyun gibiydim benzetme yerindeyse eğer. Ama bir dakika ! Henüz on iki yaşımın içinde olduğumu göz önüne alırsak, kurbanlık kuzu demek daha doğru olacak sanki.
Nefis bir bahar günüydü. Yukarıda bol güneşli, masmavi bir gökyüzü.. Aşağıda çoşkulu bir baharla kabarmış toprak, börtü böcek, renkler, kokular.. Yeşil, taze ve baygın bir mevsim..
Sabah saatlerinde tertemiz baharı soluyarak, ortaokulu geçip Bent Başı'na doğru yürüyoruz annemle. Bent Başı dedim ama umarım doğrusu budur. Çünkü oraya çocukluğumuzda "Pet Başı" derdik biz.
Kısa bir mesafe aslında. İnsanı hiç yormayan, keyifli bir yokuşu çıkınca varacağız, varmayı hiç istemediğim yere. Yolun iki yanında, pembe beyaz çiçekli bahçeler.. Küçük mutlu kuşlar, iliklerine kadar neşeli bir dünya..
Mutlu olmak için bunca sebep varken, son derece gerginim ve hatta korku içindeyim.
1970 yılının bu güzel bahar gününde, ortaokul birinci sınıf öğrencisiydim. Ceketle, kumaş pantolonla ve kravatla tanıştığım zamanlar. Hatta başımda ay yıldız kokartlı ortaokul şapkası bile var. Beyaz yakalıklı siyah ilkokul önlüğünden sonra, sınıf atlamışım sanki, adam olmuşum gibi hissettiren..
İşte geldik ! Yokuşun başında, yolun sağında ve mezarlığın karşısında, ağaçlar içinde küçük bir bina. Sarı beyaz renkli olabilir. Papatya gibi.. Ama o an, aşk ruletinin silahı papatyayı filan düşünecek durumda değilim. İnsanların, "seviyor, sevmiyor" diyerek zavallı papatyacıkların kanatlarını zalimce yolmaları o sırada beni hiç ilgilendirmiyor. Hatta, ben de birinin yapraklarını koparmaya başlasam ve son yaprak "seviyor" olsa, yine mutlu olmayacağım. Biraz sonra canımın acıyacağını biliyorum ve korkuyorum işte !
Çocuk şarkısı var ya; "sakın beni sokma arıııı ... canım yanar ağlarııımmmm.." diye. Bir koloni arı sokması çok hafif kalır, biraz sonra yaşayacağım acının yanında.. Sokakta düştüğümde dizimin açılıp kanaması da, oynarken ayağımın burkulup şişmesi de öyle..
Ve başlıyor işte..! Almus Sağlık Ocağı'nın önündeyiz. Umarım doğru hatırlıyorumdur. O tarihte hastane değildi sanırım. Küçük bir sağlık kuruluşu işte.
O küçük adam, kısacık boyu ve her zaman üzerinde gördüğüm kahverengi takım elbisesi ile karşımda duruyor. Ceketinin ne kadar da çok düğmesi varmış öyle. Neredeyse boğazına kadar ilikleniyordu ceket ve yakaları küçücüktü. Beyaz gömleği ve ip gibi ince bağlanmış kravatıyla, hep elinde taşıdığı siyah şişman çantasıyla ve de başından hiç eksik etmediği fötr şapkasıyla Sıhhiye M..... Amca, kalın çerçeveli koyu gözlüklerinin arkasından bana bakıyor.
Sen ne karizmatik bir adamdın Sıhhiye M..... Amca ! Küçücük vücudunla, o dirayetli ve otoriter kişiliğinle ne çok hizmet ettin mesleğine kim bilir, ne kadar da değerli emeğin vardır herkeste..
Neyse, infaz saatinin artık çok yakın olduğunun farkındayım. Rengim; sarı mı, beyaz mı, yoksa kül gibi mi, bilmiyorum. Öyle ya, krala isyan etmekle suçlanan ve biraz sonra giyotinle idam edilecek bir Fransız Şövalyesi gibi infazı seyredenlere gülümseyecek halim yok benim, değil mi..!
Nasıl oldu bilmem. Ağzımı kim açtı, nasıl açtı, ben mi açtım hatırlamıyorum. Sımsıkı kapamıştım oysa. Ağzımın içinde soğuk bir alet var şimdi.. İnfaz aracı yani. Çelik bir kerpeten.. Arka tarafta bir yerlerde bir dişimi sımsıkı kavramış, bulunduğu yerden sökmeye çalışıyor.
Durun şöyle anlatayım, daha kolay olacak. Sıhhiye M..... Amca'nın elinde kerpeten, kerpetenin ucunda çırpınmakta olan ben varım.
O, ben ve işkence aracı kerpeten bu operasyonun sac ayağını oluşturuyoruz. Bu sırada ayakta mıyım, yerde miyim, yatıyor muyum bilmem.. Annem nerede, yanımda başka kimse var mı ? Yetişin ! Sıhhiye M..... Amca beni boğazlamış, böğürte böğürte dişimi çekiyor..!!
Ne kadar zaman geçti bilmem, zafer Sıhhiye M..... Amca'nın oldu.. Kerpetenin ucundaki diş - ki günlerce korkunç ağrılar içinde beni kıvrandırmıştı - bunun tartışmasız kanıtıydı.
Yarım asrı aşkın bir süre önce, ilk kez bir dişimin çekilme öyküsüdür işte benimkisi. Düşünün, o dönemler diş çekiminde hiçbir anestezik madde kullanılmıyor. Uyuşturulmadan, çeliğin gücüyle yapılıyor bu iş. Hala hatırlarım o acıyı..
Günümüzde tıp teknolojisi gelişti elbette. Şimdi diş bakım ve tedavilerimizi en gelişmiş tıbbi cihazlarla ve güle oynaya yaptırıyoruz.
Bu arada, bir başka acı daha var ki, o da hiç yabana atılacak gibi değil. Erkek çocuklarına yapılan operasyon bu. Onu da bana Sıhhiye M..... Amca mı yaptı bilemiyorum. Yazıya başlamadan önce araştırdım, ama kesin olarak öğrenemedim. Çok küçükmüşüm. Beş ya da altı yaşında olmalıyım. Tabi ki, bölük pörçük bir şeyler hatırlıyorum. Acıyı da hatırlıyorum, ama o kadar derin değil.
Belleğimde birkaç kare kalmış o günden; başımda rengarenk yıldızlı şapkam ve uzun beyaz entarimle Cipci A..... Amca'nın jipinin ön kaputunun üzerinde oturmuş halim, kahverengi kayışlı bir kol saati - markası "Nacar" olmalı - insan kalabalığı ve tereyağlı pirinç pilavının acıktıran kokusu..
O günün fotoğrafları da çekilmiş elbette. Ama bendeki talihsizliğe bakın ki, filmler yanmış, çıkmamış fotoğraflar. O zamanların sınırlı teknolojisinin kötü bir oyunu bu bana. Ve ben bu yüzden sadece hatırladıklarımla yetiniyorum..
Şimdi, diş hekimime her gidişimde, o zamanki imkansızlıklar içinde becerikli elleriyle beni iyileştiren Sıhhiye M..... Amca'yı, yaşadığım büyük acı nedeniyle çocuk feryatlarımı duymamak için oradan kaçtığını sonradan öğrendiğim annemi sevgiyle hatırlarım.
Kaybettiklerimizin ruhları şad olsun.
Siz de dişlerinize çok iyi bakın olur mu ..!
( Temmuz / 2022, İzmit )

HATIRALAR HAYAL OLSUN

 

Başka İstanbul istemem !
Dario Moreno' nun şarkı söylediği zamanlar olsun.
Orhan Veli' nin şiir yazdığı..
Sait Faik' le Aleksandra 'nın masasına ilişeyim.
Yanakimu, bana da servis açsın.
Güzel Aleksandra mızıka çalsın,
Meyhane acı zeytinyağı koksun..
Başka İstanbul istemem ben !
Yedikule de marul bahçelerine ikindi güneşi düşsün..
Overlokçu kızlar gülsün pencerelerde..
Yenikapı da ders çalışan bir hukuk öğrencisi, çay istesin tostunun yanına..
İstemem başka İstanbul ben !
Olacaksa, 77 öncesi olsun.
İsterse, Hatıralar Hayal Olsun.. !

( Temmuz / 2022, İzmit )



BİR MEÇHUL ALEME ..


 

1978 di desem, sanırım tam anlatamayacağım !

Siz, "Çiçek Abbas Yılları" olarak anlayın, işaret ettiğim o muhteşem zamanı..

Şener Şen ve İlyas Salman'ın birlikte oynadığı "Çiçek Abbas" filmini izlememiş olamazsınız, değil mi?

Hah, tamam işte ! Tam da "Çiçek Abbas Yılları" idi o zamanlar..

Fakülte çıkışı Beyazıt'tan Aksaray'a kadar yürüdüğüm ve oradan Bahçeli Evler Yayla Dolmuşları'na binmeye çalıştığım, nisan yağmurlu ve ıslak sarı ışıklı caddeler..

Edebiyat ve Kimya Fakülteleri'nin önünden geçerken, Orhan Murat Arıburnu'nun ;

"Lalelim
Laleli'de oturur
Laleli, lale kokar lalelimden
Laleli'den geçilir
Lalelimden geçilmez", şiiri aklımda..
 
Yok, belki de abartıyorum !
 
Sanırım, henüz bilmiyordum "Lalelim" şiirini..

Olsun, Lalelim'i tanımasam da, Laleli'yi biliyordum işte.. Her gün önünden geçiyordum.

Edebiyat Fakültesi'ne biraz da kıskançlıkla bakıyordum doğrusu.

Çünkü, benim büyük aşkımdı edebiyat, ben onu sevmek için doğmuştum.

Dedim ya; "Çiçek Abbas Yılları" idi..

Kızların turuncu ve yeşil renkli boğazlı kazakları vardı üzerlerinde.

Işıl ışıl parlayan güzel gözleri, beyaz elleri, gülmekten bir türlü kapanmayan çocuk ağızları vardı..

Erkeklerin yeşil parkası, botlarının içine sokulmuş İspanyol paçaları vardı.

Caddelerde korsan gösteriler, bitmek tükenmek bilmez sloganlar, vızıldayan kurşunlar, sessizce yere düşen bedenler, kapanan üniversiteler, yirmi yaşlı baharımın biraz da ziyan oluşu vardı bunca kargaşa içinde.

Yayla'nın çamurlu sokaklarından sonra, çoğu zaman elektriksiz susuz sığınağım evimde, annemin tavuk kanatlı bezelye yemeği tabağımda işte..!

Ama, daha "Miras Hukuku" çalışılacak lamba ışığında.

Yok, böyle olmayacak !

"Çiçek Abbas Yılları" kolay anlatılacak gibi değil !

O, muhteşem bir çağdı.

Benim yirmili yaşlarımdı..!

Ara sıra eser de, hadi yazayım derim, ama serde tembellik var işte.. Yarım kalır bende çok şey..

Ama, şu Biricik var ya Biricik ! Nereden çıkıp geldiyse bu pazar öğleden sonrasında.

Her şeyin özetiydi aslında şarkısının sözleri;

"Bir meçhul aleme giderken dünya / Belki bir gerçeğiz, belki de rüya ! .."

( Temmuz / 2022, İzmit )

SEN YAŞTAYIM

İNSANIN MAVİSİ

  Bu sabah deniz, kendimin "Di'li geçmiş zaman"ı. Bir vakit bendeki mavinin solmamış hali. Çocukça güldüren, aşkça ürperten, b...