Salı, Mart 17, 2009

Nerede (mi) O Eski Bayramlar?


Bayramların gelişiyle birlikte hemen hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz.
Yüreğimizin eski zaman hatıralarına ait sızılı köşesinde beklemekte olan bu düşünce, bayramlarla birlikte harekete geçiyor.
Hüzünlü ağırlığıyla yüreğimizi hoyratça kanatarak başlıyor yolculuğuna. Modern dünyanın gerçekleriyle insana ait değerler amansız bir çatışmaya girip derin bir girdap oluşturuyor ruhumuzda..
Sonra da; özlem, sitem, belki de pişmanlık dalgalarıyla kabaran bir nehir gibi dudaklarımızdan bir cümle halinde dökülüyor.
“Nerede o eski bayramlar?”
Elleri arasında tuttuğu yüreğimizi jilet yaralarıyla doğrayan bu duygu, yitirilmişliklerin acısını olanca ağırlığıyla derin bir iç çekişe dönüştürüp, hepimizin aynı düşünceyi seslendirmemize neden oluyor..
Gerçekten, neredeydi o eski bayramlar? Ya da bayramları eskiten neydi? Yaşamın bunca renge boyandığı günümüz dünyasında neden hala siyah-beyaz bayramları özlüyorduk?
Kim bilir, belki de yitirdiklerimizin değerini anlamaya başladığımız içindir.
Yitirdiklerimiz mi?
O kadar çoklar ki…
Evlerimizde günler öncesinden başlayan kıyı-köşe bayram temizliklerini..
Arife günü yapılan mezarlık ziyaretlerini..
Yokluklarının acısı bayramda daha da ağırlaşanlar için dökülen ve Yasin-i Şerif okuyan dudaklara değen tuzlu gözyaşlarını..
İlk kez giyilecek bayramlıkların heyecanıyla uykusuz geçirilen bitmek bilmez geceyi..
Bayram sabahı mahalle camiinden yükselen ve insanı yücelten o mistik havayı..
Akraba ve komşularla paylaşılan pilavlı-dolmalı, çörekli-börekli sofraları..
Tüm ailenin kendiliğinden bir düzen içerisinde sıralandığı el öpmeli-kucaklaşmalı bayramlaşmaları..
Ceplere sıkıştırılan ya da mendil arasına gizlenmiş harçlıkları..
Kapı kapı dolaşıp leblebi-şeker toplayan mahalle çocuklarının şamatasını..
İkram edilen mis gibi kahvenin höpürtüsüne karışan limon kolonyasının keskin kokusunu..
Gündelik yaşamın birkaç günlüğüne puslu bir perdenin arkasına itildiği sokaklarda sadece bayramın seslerinin duyulmasını..
Ve hayatın rutiniyle akıp gitmeye ara verdiği, herkes için sadece bayram olgusunun var olduğu zamanları anlatacak değiliz elbette..
Vahşi ve hoyrat bir değişimin yaşanmış olmasıdır aslında yüreğimizi burkan..
Bencil bir yaşam biçiminin bayramları ele geçirmesidir..
Adına modernite denilen bu tür yaşamın bayramları sıradan günler haline getirerek içini boşaltmış olmasıdır..
Hayatın yorgunluklarının sorumlusu bayramlarmış gibi bu özel günlerin dinlenme günlerine dönüştürülmesi oldu ilk adım.
Sonra bu yetmezmiş gibi bayram günleri kenarından köşesinden çekiştirilip “bayram tatili” denen itici kavramın boyu uzatıldı.
Bir fırsata dönüştürüldü bayram günleri..
Evden, kentten, eş, dosttan kaçış için bir fırsata..
Kapılarını bayrama kapayanlar tatil yörelerine kapağı atmanın telaşıyla otogarlarda ve hava limanlarında mahşeri kalabalıklar oluşturup, dostluğun ve paylaşmanın yüceltildiği bu günleri ıskaladılar..
Unutulan büyükleri, çocuklara açılmayan kapıları ve birbirinden kaçan insanların boşalttığı sokaklarıyla bayramlar, hüzün rüzgarları estirir oldu yüreklerimizde..
Bu arada bayramları ıskalayarak gelenekleri terk etmenin vicdanlarımızda yarattığı rahatsızlığı da yapay yollarla gidermeye çalıştık.
Hepsi birbirinin aynı olan ve başkalarının hazırladığı soğuk cep telefonu mesajları gönderdik birbirimize..
El yazımızla duygularımızı ifade ettiğimiz, tümüyle bize ait olan tebrik kartlarını kaldırıp çöpe attık.
Bayram coşkusunu taşımayan, teknoloji harikası bir tuşla herkese gönderilebilen ruhsuz kutlama mesajları ile bayramlara ortak olduğumuzu göstermeye çalıştık..
O zaman..
“Nerede O Eski Bayramlar?” değildir belki de sorulması gereken soru..
“Neden ihanet ettik bayramlara?” diye sormak daha doğru olacak, bayramlara haksızlık yapmaktansa..
Bayramlar hiçbir yere gitmedi..
Eskimediler..
Değişmediler de..
Bizdik sadece değişen..


Edirne, 06/12/2008

Cuma, Mart 06, 2009

Öğretmen Annem ve Babam


“.......................................................
Candan açtık cehle karşı bir savaş,
Ey bu yolda ant içen genç arkadaş!
Öğren, öğret hakkı halka, gürle coş;
Durma durma koş.
Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun;
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun.”
(Öğretmen Marşı’ndan..)

Kendimi tanımam gibi sizin öğretmen olduğunuzu bilmem de aynı zamana rastlıyor sanırım. Tüm yaşamımın, sizinle birlikte geçirdiğim ve “çocukluk “ denilen o unutulmaz döneminin ilk yıllarına..
Belki de daha gerilere gitmeliyim. Gökyüzünde sayısız yıldız ışıltısının yanıp söndüğü, elli yıl öncesinin dingin ve berrak bir mayıs gecesine kadar.. K… köyündeki tek katlı öğretmen lojmanının kırık dökük bir odasında ve isli camlı bir gaz lambasının solgun ışığında dünyaya merhaba derken, “öğretmen çocuğu olmak“ olgusu da hep benimle olmak üzere yaşamıma giriyordu kuşkusuz..
Bundan böylede, bütün benliğimde duyacaktım “öğretmen çocuğu “ olmayı. Neredeyse yarım asra varan ömrümün daha başında bana armağan edilmiş bir gurur nişanı olarak. Ve aslında benim yaşamım okulda başlayacaktı..
Ben sizin üç çocuğunuzdan ikincisiydim sevgili annem ve babam. Ama başka çocukların da başını okşarken gördüm sizi. Başka çocuklar için üzülür veya sevinirken de. Paylaştığınızı gördüm o küçük insanlarla yüreğinizdeki sevgiyi, sofranızdaki aşı, cebinizdeki parayı, dağarcığınızdaki bilgiyi. Kocaman yüreklerinize sayısız öğrenci çocuğunuzu sığdırdığınızı gördüm yıllar boyunca..
Öğretmenlerin sahip oldukları çocuklarının sayılarla ifade edilemeyeceğini erken yaşlarda anlamıştım aslında. Öğretmenlerin sadece kendi çocukları yoktu. Onlar sadece kendi çocuklarını sevmezlerdi. Bütün öğrencileri aynı zamanda çocuklarıydılar öğretmenlerin. Sadece kendi çocukları için değil tüm çocukları için çarpardı onların sevgi dolu kalpleri. Bu yüzdendir aslında, öğretmen çocuklarının anne ve babalarını paylaşmayı öğrenmiş olmaları..
Ben sizin binlerce çocuğunuzdan birisiydim aslında canım annem ve babam. Kim bilir isimleri neler olan ve sizi en az benim kadar seven binlerce çocuğunuzdan biri..
Siyah önlüklü, beyaz yakalı ilkokul öğrencilerinin cıvıltılarıyla dolu okul bahçeleri ve sınıflardaki görüntünüzle hatırlıyorum en çok sizi öğretmen annem ve babam. Birde okul bahçesinin girişindeki sarı çiçekli, bol yapraklı ıhlamur ağacının baygın kokusu aklımda kalan..
Biliyorum.. Taşları sevgiyle örülmüş bir gönül köprüsü vardı çocuklarınızla aranızda. Bu taşların her birine sizin sevgi dolu yürekleriniz şekil vermişti onların tertemiz ruhlarını katarak. Onlar sizin çiçek bahçelerinizdi çorak topraklarda yetiştirdiğiniz. Nasıl da gülümserdiler sizinle birlikteyken tatlı bir heyecan ve güven duygusuyla. Yağmurlu bir yaz günü öğleden sonrasının gökkuşağı renkleri aydınlatırdı yüzlerini size “öğretmenim” derken..
Kimi zaman bir kız öğrencinin saçlarını tararken gördüm seni öğretmen annem. Tıpkı kız kardeşlerime yaptığın gibi. Hastalanmış birinin ateşini düşürmeye çalışıyordun kimi zaman. Ya da yara bere içindeki dizini sarıyordun bir başkasının. Kendi kaleminin ya da silginin yarısını veriyordun olmayana. Sarı yapraklı matematik defterlerini ciltliyordun onların teneffüslerde. Akşamları “fiş”ler yazıyordun mürekkepli kalemle kartonlara. Okuma yazmayı öğreten ve üzerinde “Atatürk bizi kurtardı “ yazan “fiş”ler. Sonra okula gönderilmesini istiyordun bir kız çocuğunun ailesinden yaşlı gözlerle. Her şey oluyordun onlar için. Öğretmen oluyordun.. Anne oluyordun.. Öğretmen anne oluyordun.. Hayatı onlarla yaşıyordun öğretmen annem…
Sende annem gibiydin.. Başöğretmen Atatürk’ün eğitim ordusunun isimsiz kahramanlarından biriydin öğretmen babam. Kimi zaman bakımsız okulu köye bağlayan yolu düzeltiyordun elinde kazma kürekle.. Bazen kapısını onarıp, penceresine cam takıyordun.. Topladığın çalı çırpıyla sobasını yakıyordun sınıfın, iri kar taneleri savrulurken gökyüzünde. Duvarlara badana yapıyordun ilkbaharda becerikli ellerinle. Öğretiyordun hep onlara.. Sınıfta öğretiyordun, bahçede öğretiyordun, dere tepe yürürken birlikte hep bir şeyler öğretiyordun. Bilgisizliğin karanlığına ışık oluyordun, bilgiden taç örüyordun başlara.. Cehalete karşı açılmış savaşta hep birlikte yürüyordun öğretmen annemle ve bu güzel yurdu yüceltmeye ant içmiş diğerleriyle birlikte..
Atatürk’ün resmini ilk kez evimizde gördüm sevgili annem ve babam. Kütüphanemizin üstünde ahşap çerçeveli bir resimdi. Gerçekten saçları sarı, gözleri maviydi Atatürk’ün. Ay yıldızlı bayrağın önünde durmuş, uzaklara bakıyordu.
Ben sizden öğrendim her türlü sevgiyi öğretmen annem ve babam…
Atatürk sevgisini.. Vatan, millet sevgisini.. Bayrak sevgisini.. İnsan sevgisini..
Öğretmenler gününüz kutlu olsun öğretmen annem ve babam..
Öğretmenler gününüz kutlu olsun sevgili öğretmenlerim..


Edirne, 23/11/2007

Tavuk Ormanı'nda Yürümek


Akşama yakın saatlerde vardık Tavuk Ormanı’na. Güneşin yorgun ve matlaşmaya başlamış ışıkları, sık olmayan ama oldukça yüksek ağaçların yaprakları arasından süzülüp yerdeki çimen-ot karışımı yeşil örtünün üzerinde oynaşmaktaydı henüz..
Kim bilir isimleri neler olan ve ağaç-yaprak denizi içerisinde ancak siluetlerini görebildiğimiz birçok kuşun şen şakrak nağmeleri doldurdu kulaklarımızı. Ve kim bilir neler anlatıyorlardı birbirlerine bu küçük şirin yaratıklar.
Sonra, Tunca Nehri’nin nazlı nazlı akan bir kolunu solumuza alarak yürümeye başladık birkaç metre genişliğindeki patika yol üzerinde. Sağımızda kalan ormanın derinlikleri ağaç ve yeşilin her tonunun harmanlandığı bitki örtüsü ile doluydu. Yol zaman zaman daralıyordu. Öyle ki, genellikle üç kişi yan yana yürürken, bazen de ancak tek sıra halinde yürümemiz gerekiyordu.
Ayaklarımızın altında ezilen yumuşak toprağın iniltisini duyar gibiydik yürürken. Karıncaların özenle ama büyük bir tedbirsizlikle yolun ortasına yaptıkları yuvalarına basmamak, gizlendikleri yeşil örtüden bazen kendilerini gösteren börtü böceğe zarar vermemek için dikkatliydik. Arada bir ayaklarımızın altında ezilen kurumuş yaprakların sesi Tavuk Ormanı üzerine yaptığımız sohbete karışıyordu. Kırılan küçük dal parçacıklarının çıtırtısına, yol üzerindeki küçük tümsek ve çukurlara ve bazen de ormandan yolumuza hücum eden yüksek bitki ve ağaç dallarına aldırmadan tempolu yürümeye devam ediyorduk.
Bu arada iyiden iyiye kendisini belli eden baharın, o insanın içini yaşama sevinci ile dolduran baygın kokusunu bize ulaştıran hafif rüzgara karşı yürümekte keyifliydi doğrusu. Biraz daha yürüdükten sonra nehir kenarında derin bir sessizlik içerisinde balık avlamakta olan iki genç insana rastladık. Coşkuyla selamladık onları. Bol şans diledik. Hemen yanlarındaki poşete göz attığımızda hala canlı ve parlak gözüken balıklar avın bereketli geçtiğinin deliliydi sanki.
Ne kadar da doğruydu kitapların yazdığı aslında. Tavuk Ormanı, tıbbi değeri olan bitkilerle dolu bir laboratuar idi kesinlikle. Gerçi ormanın tam içinde olmadığımız için göremiyorduk akyıldızı, mor sümbülü, akçebardakı, çoban değneğini, yaban soğanını, düğün çiçeğini, çiğdemi, yılan yastığı-dana ayağını, karakafesi.. Daha nicelerini.. Belki, görsek te tanıyamayacaktık zaten birçoğunu ama oralarda bir yerlerde olduklarını bilmek bile insana huzur veriyordu.
Bir de ağaçlar ve çalılar vardı tabii Tavuk Orman’ını orman yapan. Hatta bazıları anıtsal nitelikteydi, Doğu Çınarı gibi. Akkavak, karakavak, mazı, yalancı akasya, beyaz dut, salkım söğüt, yabancı gül, duvan sarmaşığı, loğusa otu, böğürtlen.. Hepsi birlikte Tavuk Ormanı’nın muhteşem dekorunu oluşturuyorlardı.
Padişah IV. Mehmet (Avcı Mehmet)’in avlandığı ve hatta 1671 yılında bu amaçla bir köşk yaptırdığı Tavuk Ormanı’nda bugün avlanmak mümkün değil elbette.
Ama Tavuk Ormanı’nın güzelliklerini görüp yaşamak için bir nedene ihtiyacımız da yok aslında. Modern hayat ve teknolojinin neredeyse hepimizi robotlaştırdığı ve tekdüze bir hayata mahkum ettiği günümüzde, doğal yaşamı cömertçe bize sunan böylesi yerlere sahip olmak şans değil de nedir dersiniz? Önemli olan bunu görebilmek ve değerini bilebilmek gibi geliyor bana.
Şehre araçla en fazla on dakika mesafede olan Tavuk Ormanı doğal bir hayatı sunuyor kendisini ziyaret edenlere. Henüz on dakika önce içerisinde olduğunuz yapay yaşam renkleniyor. Şehrin her türlü gürültüsünün yerini size yaşama sevinci veren kuşların neşeli şarkıları alıyor. Rengarenk çiçeklerle bezenmiş bitki örtüsü, türlü ağaçların hoş serinliği ve gölgesi ile hemen yanınızda akmakta olan bir nehrin sessiz varlığı içinizi huzurla dolduruyor. Bin bir çeşit çiçeğin hoş kokularını da taşıyan tertemiz hava ciğerlerinizi dolduruyor. Şehrin matlaşmış, sıkıcı atmosferinin yerini hep özlem duyduğunuz doğal bir dünya alıyor. İçiniz coşkuyla, yaşama sevinciyle doluyor..
Önceki gün, iki meslektaşımla birlikte Tavuk Ormanı’nda yaptığımız yürüyüşün sonuna doğru, “değerini bilmeli Tavuk Ormanı’nın, buradaki zaten sınırlı olan doğal yaşamın yok olmasına izin vermemeli, hep birlikte sahip çıkmalı” diye düşünüyorum.
Ormandan çıkarken, neredeyse çocukluğumdan bu tarafa duymadığım bir ses yolcu ediyor bizi. Bir ağaçkakanın tak-takları çınlıyor ormanın içinde. Üçümüzün de hoşuna gidiyor. Seviniyor ve gülüyoruz.. Ancak, sincap göremediğim için de üzülüyorum..






Edirne, 29/04/2007

Rüzgar Gibi Geçti


Hüzün dolu ağırlığıyla yılın son günlerini yaşarken, Margaret Mitchell’ın unutulmaz romanının adı geliyor aklıma sık sık..
Amerikan iç savaşında yaşanan olaylar zincirinin anlatıldığı, sonradan filminin çevrilmesiyle tüm dünyada ünlenen romanın ismi..
Yani, “ Rüzgar Gibi Geçti ” ..
Sadece bir roman veya filmin ismi değildir aslında “ Rüzgar Gibi Geçti ”.. Yaşama olan bağlılığımızı ve doyumsuzluğumuzu anlattığımız en güzel vurgulamalardan biridir aynı zamanda..

Yaşamımız sahip olduğumuz en güzel şeydir elbette. Bize bahşedilmiş kutsal bir armağandır o. Zamanı geldiğinde geri alınacak olan. O zaman her anını sevgiyle örerek ve değerini bilerek yaşamak varken, neden çoğu zaman hoyratça tüketiriz bizim olan o muhteşem şeyi? Sonradan da, kendi müsrifliğimize aldırmadan yaşamın cimriliğinden söz eder, çabucak akıp gittiği için sitem ederiz. Rüzgar gibi geçtiğinden yakınırız..
Birbirine benzemeyen yaşam yolculuklarındayız hepimiz.. Kendi yolculuğumuzun geride kalan istasyonlarına el sallıyoruz soluk alıp verdikçe.. Ya da bir daha hiç açamayacağımız pencereleri bir bir kapatıyoruz gün batımlarında.. Zamanın sisleri arasında kayboluyor ve belli belirsiz bir hayale dönüşüyor her şey ve her an, yaşadıkça.. Gerçekten yaşam rüzgar gibi geçiyor..
Kim bilir her birimizin neleri vardır rüzgar gibi geçen yaşamımızda..
Rengarenk mutluluklarımız, bir nehrin yatağından taşması gibi sevinçlerimiz, yürek hoplatan sevdalarımız, kabaran yüreklerimizi yumuşatan gözyaşlarımız, yaşama sevincinin yansıması gülümsemelerimiz vardır elbette..
Yüreklerimizi çepeçevre kuşatmış kederlerimiz de vardır kuşkusuz.. Gri rengiyle içimizi acıtan mutsuzluklarımız, kurşun gibi ağırlığıyla yüreğimizi ezen üzüntülerimizde..
Sahip olduklarımızda vardır, kaybettiklerimizde.. Kaybettiklerimizin hiç dinmeyecek sızısı vardır derinlerde bir yerlerde..
Pişmanlıklar ve başarısızlıklarımız vardır kör karanlıklarda.. Pırıl pırıl ışıklar altında muhteşem başarılarımız, ruhumuzu besleyen alkışlar da vardır..
Doğrularımız, yanlışlarımız gibi haksızlıklarımız ve bencilliklerimiz de vardır.. Paylaştıklarımızın ve fedakarlıklarımızın yanında..
Yani, insana ait ne varsa, yaşamın kendisidir aslında.. Yaşamla insanın birbirinin ikizi olduğunu göreceksiniz baktığınızda.. Birini sevmeden diğerini de sevmek kolay değildir öyle.. İnsanı sevmeden, insana ait değerleri yüceltmeden yaşamdan söz edebilmek boştur. Yaşamı sevmeden de insan olabilmenin anlamı eksiktir bana sorarsanız..
Bir yılı daha geride bırakıyoruz. Zaman eskimeye, son tanecikte dökülünceye kadar kum saatinden akmaya devam ediyor. Hızlı koşuyor da olsa, yaşam yolculuğunun bilinmezlerle dolu yollarında zamanın ayak seslerini duymak ne güzel.. Zaten o sesleri duymadığımızda her şey bitmiş olacak bizim için..
Önemsemeyin zamanın hızlı geçip geçmediğini.. Nasıl geçtiğine bakın siz.. Yaşanmış yaşamlarınız olsun.. İnsanca yaşanmış yaşamlar.. Sonrasını hayatın kendisi bilir.. Bırakın, nasıl istiyorsa öylece akıp gitsin..
İsterse rüzgar gibi geçsin...


Edirne, 30/12/2007

Çarşamba, Mart 04, 2009

Neden yağmadın söyle kar?

Özgün adı “Tombe la neige” idi. Ya da rahmetli Fecri EBCİOĞLU’nun yazdığı sözlerle ve bildiğimiz adıyla “Her yerde kar var..”
Kırklı yaşların son basamağını çıkmakta olan benim kuşağım çok iyi hatırlayacaktır onları. Salvatore ADAMO’yu, Fecri EBCİOĞLU’nu ve “Her yerde kar var”ı.
Bizden biriydi aslında Adamo. Bizim dilimizle şarkılar söylüyordu 60’lı yıllarda ülkemizde. Hem ismini telaffuz etmekte kolaydı Sicilyalı bu şarkıcının. Bizim dilimizle, aşkı anlatıyordu bize. Kırık dökük, bozuk aksanlı Türkçesiyle yüreğimizin derinliklerinde fırtınalar estiriyordu. Zaten düzgün bir telaffuzla söylese şarkılarını belki bu kadar sevemezdik O’nu. Söylerken kelimeleri yumuşatmalı, yuvarlamalıydı, tuhaf ve hoş bir Türkçeyle söylemeliydi şarkılarını. “Bak, ecnebi ama Türkçe şarkı söylüyor” dedirtmeliydi bize o yıllarda, gönüllerimizi fethetmeliydi..
Kısa sürede dünya çapında bir star haline gelmişti Adamo. Kariyeri boyunca sayısız dile çevrilmişti şarkıları. Sadece “Tombe la Neige” dünyanın çeşitli ülkelerinde sayısı 500'ü geçen şarkıcı tarafından yeniden kaydedilmiş, plaklarıysa milyonları bulan satış başarısına ulaşmıştı.
Ya Fecri EBCİOĞLU.. Aynı dönemde Türk pop’unu yaratan müzik adamlarından biriydi. Yabancı şarkı melodilerine yazdığı Türkçe sözlerle tanırdık O’nu. Birde siyah-beyaz fotoğraflarından ya da tek kanallı televizyon ekranındaki top sakallı görüntüsünden.
Bakın kendinize ya da çevrenize. Hangimiz mırıldanmadık onun yazdığı Türkçe sözlerle yabancı melodileri yaşamımızın değişik dönemlerinde? Çocukluğumuzda, öğrenciliğimizde, aşık olduğumuzda, evlendiğimizde ya da yaşlandığımızda..
Dersler çıkardık kendimize bu sözlerden. Aşkın da ahlaklı olması gerektiğini, saygı gösterilecek nice değerler olduğunu bir kez daha anladık. Üstündü arkadaşlık, aşktan. Arkadaşımızın sevdiğine aynı duygularla yaklaşmamanın erdemi anlatılıyordu bize. Mırıldandık, çaresizce..
“Hakkım yok seni sevmeye,
Çıktın karşıma ne diye,
Sen başkasının malısın,
Kalbim bunu nerden anlasın,
Unutmam lazım çünkü sen,
Arkadaşımın aşkısın..”
Ya da “iki yabancı” ile romantizmin doruklarında savrulduk..
“Gece karanlık eller birleşmiş,
Gece karanlık kalpler sözleşmiş,
İki yabancı tanışmışlar böyle..
Yıldızlar şahit olmuş bu aşka,
Mehtap demiş ki gece aşk başka,
Yabancılara yapmış birde şaka..”
Ya dönmeyen sevgiliye yapılan o güzel çağrıya ne demeli?
“Atlı karınca dönüyor dönüyor,
Dünya durmadan dönüyor dönüyor,
Yalnız dönmeyen bana sensin,
Bekliyorum hep sen neredesin..
Çiçekler güneşe dönüyor dönüyor,
Dünya durmadan dönüyor dönüyor,
Yalnız dönmeyen bana sensin,
Bekliyorum hep sen neredesin..”
Daha niceleri.. Her birinin içinde kendimizden bir parça bulduğumuz, sevdiğimiz, kanıksadığımız, bizim olan nice şarkı, şarkı sözü..
Kim bilir ilk nerede ve nasıl dinledim “Her yerde kar var”ı? Belki, kız kardeşimin “Radyomuzun markası Royal’dır Royal, pili bittiğinde babam ona pil koyar” diye üstüne şiirler yazdığı kırk yıl öncesi evimizin değerli eşyası o tahta kutuda mı, yoksa cızırtılı bir kırkbeşlikte mi, ya da çocukluğumun geçtiği ilçedeki “Hıdır’ın Sineması”nda izlediğim siyah-beyaz Türk filmlerinin birinde fon müziği olarak mı dinledim “Her yerde kar var”ı? Hatırlayamıyorum..
Birkaç gün önce, elektronik posta kutumu açtığımda beni savunmasız yakaladılar üçü birlikte.. Adamo, Fecri ve “Her yerde kar var..” Orada duruyorlarmış, fark edemedim. Uzun yıllar ötesinden uçup gelen, ucu zehirli bir ok gibi yüreğime saplandılar derin bir acıyla..
“Her yerde kar var..”
Fecri EBCİOĞLU’nun yabancı bir melodi için yazdığı en güzel sözlerdir bence bunlar. Temiz ve saf aşkı düşündürür insana. Bembeyazdır her şey. Tüm dünya..
Dinleyin isterseniz. Adamo ve Fecri Ebcioğlu birlikte nasıl sitem etmektedirler “kar”a.
İki kafadara göre, her yerde kar vardır o sırada. Bir de, gelmesi beklenen sevgili. Karda yürümenin zor olduğunu kabul ederler ama bir yandan da bu sevgiliye ait izleri görmektedirler sanki karlar üstünde. Zaten gelirse eğer sevgili, işte aşk budur. Öylesine yağmaktadır ki kar, bizimkiler “yağma kar dur artık ” diye yalvarırlar. Ama aldırış etmez bu feryada kar, devam eder yağmaya. Adeta donmuştur Fecri’nin ve Adamo’nun kalpleri soğuktan. Bu defa son bir gayretle “Yağma dedim, dur” diye inlerler. “Yağma! Belki gelir sevgilim.” Şarkının son dörtlüğünde her şey bitmiştir artık. Gelememiştir beklenen sevgili “kar” yüzünden.
Kabul ederler gerçeği ve birlikte söylerler;
“Karda zordur yürümek,
Anladım gelmeyecek,
Dünya oldu bana dar,
NEDEN YAĞDIN SÖYLE KAR”

Eğer yaşıyorsa, şimdi 60’lı yaşların ortalarında olmalı Adamo..
O güzel sözlerin yazarı Fecri EBCİOĞLU ise çoktan göçüp gitti bu dünyadan..
Ancak, benim asıl takıldığım “kar”a ne olduğu?
Küresel ısınma muhabbetlerine girmeyeceğim.
Ne güzel ve çok yağardı kar. Hele çocukluğumuzda. Lapa lapa yağardı. Beyaza boyardı, temizlerdi dünyayı. Uçsuz bucaksız, sonsuz bir beyazlıktı diz boyu ya da daha fazla.
Yağardı, yağardı hep. Dağlara, tepelere, vadilere, ovalara, ırmaklara, evlere, bahçelere, ağaçlara, saçaklara, damlara, her yere yağardı kar. Saçlarımızın üzerine beyaz şapkalar kondururdu. Ayakkabılarımızın içini silme doldururdu. Kızartırdı burunlarımızı. Morartırdı ayaklarımızı. Kapardı yolları, aç bırakırdı kuşları.
Kimi zaman bir kardan adama dönüşürdü çocukluğumuzun “kar”ı. Annemize yakalanma pahasına mutfaktan aşırdığımız havuçtan burnuyla. Ya da caka satardı, eşi Hatice teyzeden yalvar yakar aldığımız Tahrirat Katibi Sefer amcanın eski fötr şapkasıyla. Bazen de bir silaha dönüşürdü çocukluğumuzun “kar”ı. Sınıflar arası kartopu savaşlarında içi hınzırca taş doldurulmuş.
Yaşamlar değişirdi karla birlikte evlerimizde. Atkılar, eldivenler, kazaklar hazırlanırdı çok öncesinden. Odun sobasının üstündeki ıhlamur demliğinin neşeli şarkıları büyükannelerimizin masallarına eşlik ederdi akşamları. Hayat Bilgisi kitabımızın dördüncü ünitesinin resmindeki gibi sobanın hemen kenarında bol tüylü bir kedi yatardı pervasız, mırıl mırıl.. Kestaneler, mısırlar patlatılırdı. Buğulu camlar ardından bembeyaz dünyaya bakılırdı.
Ne güzeldi beyaz rengiyle kar. Zamanında gelirdi. Bekletmezdi hiç. Gitmesini de bilirdi zamanı geldiğinde.
Gerçekten, “her yerde kar var"dı bir zamanlar..
Ya şimdi?
“Her yerde kar yok” artık..
Şiirler, öyküler, yazılar, şarkılar, resimler, kısacası yaşam hep yarım yamalak, tatsız ve eksik kar olmayınca..
Bir zamanlar Adamo vardı..
Fecri EBCİOĞLU vardı..
Onların yokluğunu anlayabiliriz..
Ama ya sen..
Söyler misin, neden yağmıyorsun kar?
NEDEN YAĞMADIN SÖYLE KAR?
Edirne, 24/02/2007

SEN YAŞTAYIM

İNSANIN MAVİSİ

  Bu sabah deniz, kendimin "Di'li geçmiş zaman"ı. Bir vakit bendeki mavinin solmamış hali. Çocukça güldüren, aşkça ürperten, b...