Salı, Aralık 14, 2010

Fantome D'orient (Doğu'daki Hayalet)

      

       “ Ocak 1892..
      Çocukluğumda, akşamleyin çekinerek gelip eliyle yaşayanları çağıran bir hayaletin öyküsünü okuduğumu anımsıyorum. Yıllarca, birisi onu izlemeye cesaret edinceye kadar hep böyle geliyordu; sonra onun ne istediğini anlıyorlar ve yerine getiriyorlardı.
     İşte böyle, yıllarca peşimi bırakmayan bu korkulu düş, hep engellenen ve hiç sonu gelmeyen bu İstanbul’a geri dönüş düşü - bu kutsal yolculuğu gerçekleştirdiğimden beri - bir daha görünmedi bana. Ve doğu'dan yana yine herşey yatıştı anılarımda, geçip gitmeyi sürdüren yıllarla.
   Bu düş kuşkusuz oradaki sevgili küçük hayaletin çağrısıydı, yanıt verdim ve düş yinelenmiyor artık..” (Doğu’daki Hayalet-Pierre Loti)

Uzun bir güz gecesinin sis çökmüş İstanbul sabahında üç kişiyiz.

Loti, Aziyade ve ben.

Daha doğrusu, Pierre Loti’yle ben varız.

Bir de, ikimizin birlikte aşık olduğu kadın var yanı başımızda.

İri yeşil gözleriyle, güzel Çerkez kızı Aziyade..

Hiç kuşkusuz Loti’nin hatıra defterinde yazılı olmayan bir günün sabahındayız üçümüz birlikte.

Oysa, bütün gece hırçın yağmurlar vardı ıssız caddelerde.

Hiç bilinmeyen yerlere ait huysuz bir rüzgar, çaresiz damlacıkları acımasızca kırbaçlayıp savurmuştu yön tanımaksızın.

Ne de çok üşüyüp titremişlerdi öyle sırılsıklam güz yaprakları kaldırım kenarlarında.

Ve sarının bütün tonlarına yabancıydı artık onlar.

Solgun ışıklı elektrik direğiyse kendi aksine bakıp durmuştu suyun yerdeki aynasında.

Yalnızlığın inleyen sesi sabaha kadar dinmemişti yağmurla birlikte.

Şimdiyse, su olmaktan sıkılıp bir bulut yığınına dönüşmüş dünya bu kuşluk vaktinde.

Ve göklerin mavisini beyazlar çalmış bu sabah, denizlerin mavisini çalan gemilere nispet olsun diye.

Tülden bir denizin sessiz dalgaları penceremin önünde uçuşup duruyor.

Bu beyaz yumağın içerisinde bata çıka yürüyen ve güçlükle seçilen gölgeler birer hayalet gibiler. Var olup olmadıklarını anlamak kolay değil. Belli belirsiz bir sessizliğin ve dingin bir beyazlığın içindeler.

Ama bu sabah bir hayalet, tüm gerçeklerimin ve hayallerimin önüne geçiyor.

Loti’nin “Doğu’daki Hayalet” i bu.

Önünde durduğum buğulu cama bu hayaletin ismini yazıyorum parmağımla;

“AZİYADE”

Camda bir an kalıyor ve suya dönüşüyor yazı. Aziyade bir hiçliğe, hayalete dönüşüyor anında, yok oluyor.

İçeri geçip, gece boyunca okuduğum iki kitabı yeniden elime alıyorum. Pierre Loti’nin “AZİYADE” ve “DOĞU'DAKİ HAYALET”i bunlar.

AZİYADE’ den rastgele bir sayfa açıp yeniden okumaya başlıyorum:

“Beyaz bir hayalet kadar sessiz ve hareketsiz bu örtülü kadınla yalnız kalırdım. Küreğe geçer, ters yöne doğru çekmeye başlardım. Açıklara doğru uzaklaşırdık. Yeterince uzaklaştığımıza karar verdiği bir anda kollarını bana uzatırdı. Bu, yanına oturmak için beklediğim bir işaretti. Ona dokunduğumda titrerdim. Bu ilk temasla içime ölümcül bir güçsüzlük çökerdi. Başörtüsü Doğu kokularına bulanmış olurdu. Vücudunun teması diri ve soğuktu. (...) Günümüz Türk kadınlarının unutmaya yüz tuttuğu uzun etekli bir ceket giymişti. Eflatun ipekten ceketinin üstü pembe güllerle süslüydü. Sarı ipekten bir pantolon, yaldızlı terlikler içindeki küçük ayaklarının bileklerine kadar iniyordu. Lame Bursa bezinden gömleği, gülsuyu kokan amber rengi dolgun kollarını açıkta bırakıyordu. Esmer saçları sekiz parça halinde örülmüştü. Bu örgüler o kadar kalındı ki, içlerinden ikisi Parisli zarif bir kadının mutlu olması için yeterli olurdu. İnsan bu inci tanelerini, bu kasılmış kırmızı dudakları ve olgun bir kirazın etinden yapılmışa benzeyen diş etlerini öpmek için ruhunu satabilirdi. (...) Sevgilime hayranlıkla bakıyordum. Müziğin kulakları yırtan gürültüsü, kokulu nargile dumanı yavaş yavaş sarhoşluğa neden oluyordu. Geçmişin silinmesi ve hayattaki kötü anların unutulması anlamına gelen Doğu’ya özgü hafif sarhoşluk yayılıyordu.”

Kitabı, sayfalarını kapatarak masanın üzerine bırakıyor, yeniden pencereye yönelip düşünmeye başlıyorum.

Pierre Loti..

Gerçek adı Julien Viaud’tur aslında Loti’nin. Dünyayı gezen bir Fransız deniz subayıdır o. Genç yaşta Deniz Harp Okulu sınavlarına hazırlanmak için gittiği Paris’te yalnızlıktan kurtulmak için küçük bir deftere içini dökmeye başlar. Bu günlük, giderek bir yaşamın seyir defteri haline dönüşür. Loti, hemen bütün yapıtlarını günlüğünden yola çıkarak yazdığı için yapıtları özyaşamsal-öyküsel bir nitelik taşımaktadır.

1876 yılında çok uluslu bir filo ile görevli olarak Selanik’e gelir Loti. Subaylara kenti gezme izni verildiği bir gün Müslüman mahallelerine girer. Dövüşen iki leyleğe bakmak için eski bir caminin kapalı kapısı önünde durduğunda, iki iri yeşil gözün gözlerine dikilmiş olduğunu ayrımsar. Bunlar Aziyade’nin, on sekiz yaşlarında bir Çerkez kızının, yaşlı tacir Abeddin’in dört hanımından en genci olan Aziyade’nin gözleridir. Aziyade’nin hizmetçisi Hatice ve Julien’in Selanik rıhtımlarında tanıştığı Musevi kayıkçı Samuel’in katkılarıyla gizli buluşmalar ayarlanır. İlkin bir düş ve duygu esrikliğinden öte değildir bu; ardından birşeyler daha gelir, aşk ya da onun gibi bir şey.

Bir süre sonra Julien Viaud İstanbul’da bulunan bir gemide görevlendirilecek, peşinden Aziyade’de İstanbul’a gelecektir. Çünkü, kocası Abeddin evini başkente taşıyacaktır.

Kısa bir süre Beyoğlu’nda bir otelde kalan Loti daha sonra Beyoğlu’nun tenha bir yerinde Haliç’e ve Türk kentinin uzaktaki panoramasına bakan bir eve yerleşir. Tanıştığı bir Ermeni papazdan ilk Türkçe derslerini alır. Sonra hayatın tadını çıkarmak için gönlünce yaşamaya başlar. Giderek, doğunun yaşam biçimine alışır. Türk göreneklerini benimser, kaftan giyer, nargile içer, hatta Karagöz seyretmeye bile gider. Sonunda bir ev tutup, Eyüp’e yerleşir.

Bu arada Aziyade, Selanik’ten İstanbul’a gelmiştir. Genç kadın, kocasının sık sık İstanbul’dan ayrılmasından yararlanmakta, sevgilisinin Eyüp’teki evine gelip birkaç gün kalmaktadır. Aziyade’nin kendini adamaya kadar varan sevgisiyle sanki Tanrı katına yüceldiğini hisseden Julien’in benliğindeki eski yaralar iyileşir. Julien, genç Çerkez kızına duyduğu sevgiyi itiraf eder; “Aşkın o saf, o mavi küçük çiçeği, bu genç ve ateşli tutkuyla karşılaşınca yeniden açtı gönlümde. Olanca kalbimle onu seviyor, ona tapıyorum...”

Dünyanın en güzel ülkelerinden birinde yaşadığına inanan ve zamanla Eyüp halkından biri olan Loti, günün birinde gemisinin bir başka ülkeye doğru demir alacağının bilincindedir. Genç subay, 17 Mart 1877’de Türk-Rus savaşının çıkmasından bir süre önce, sevgilisine döneceği sözünü vererek İstanbul’dan ayrılır.

Türkiye’den dönüşünde sıkıntı ve özlem kaplamıştır içini. Anılarının yükünden kurtulmak için yazmayı düşünür. Acısının türküsünü söylemek, içindeki acıyı önüne gelene haykırmak istemiştir. Nasıl olsa günlüğü elindedir. Küçük değişikliklerle İstanbul’da kaldığı süreyi çok özgün bir biçimde roman gibi yeniden yazmaya başlar. Bir de romana özgü etkileyici bir son bulması gerekmektedir. Bulur da. Romanın kahramanlarından Loti, İstanbul’a döndüğünde sevgilisinin öldüğünü öğrenecek, Ruslara karşı savaşan Türk birliklerine katılacak ve Kars Kalesi önlerinde şehit düşecektir. İşte “AZİYADE “ böyle yazılır.

Pierre Loti, on yıl sonra ikinci kez Türkiye’ye gelir. 1887 sonbaharında üç gün İstanbul’da kalan Loti, gençlik günlerinin üzerini örten külleri eşmeye çalışır. Amacı, Aziyade’nin ölümünden kesinlikle emin olmaktır. Heyecan içinde, soluk soluğa, gerçeği öğrenmek için çırpınır. Çılgınca koşuşturma Topkapı’da Aziyade’nin mezarında noktalanır. Bundan böyle İstanbul’a her gelişinde bu mezarı ziyaret edecektir. Bu üç günlük yolculuğun soluk kesen öyküsünden yeni bir yapıt doğar; “Fantome d’orient (Doğudaki Hayalet).”

Evet, o bir hayalet aslında. Aziyade bir hayalet. Belki de hiç olmamış birinin hayaleti. Yaldızlı terlikler içindeki küçük ayaklarının tıkırtısı hiç gelmeyecek birinin kararsız vuruşları sanki, ardına kadar açık kapılarıma. Yaprakları sararmış bir kitabın sayfalarından çıkıp, bu sisli İstanbul sabahında tüm berraklığı ve duruluğuyla karşımda, bana bakıyor.

Aşkın o saf ve mavi küçük çiçeğini Loti’nin kalbinde büyüten Aziyade’nin, Loti’nin özlemiyle ölmüş olması ne kadar hüzün verici değil mi? Bir tarafta hemen döneceğine dair sevdiği kadına yeminler ederek söz verip, ancak on yıl sonra ona dönebilen bir erkek. Diğer tarafta bekleyişin ve özlemin yıkıcı etkisiyle geçirdiği yıllara daha fazla dayanamayarak, zaten bir hayalet kadar sessiz ve silik yaşadığı bu dünyadan göçüp giden bir kadın. Sahi, döneceğim diyen biri neden dönmez ki? Yoksa Loti, aşkın eylem gerektirdiğinden haberdar birisi değil miydi ki dönmedi? Ya da yaşlı tacir Abeddin’in bu en küçük karısının Loti’nin kalbinde açtırdığı mavi çiçeğin adı aşk değil miydi gerçekte? Başka tutkuların esrikliğinde savrulan Loti, duygularını tanımlarken yanılmış mıydı yoksa? Ya da o duygunun adının aşk olmadığını biliyor muydu daha başından beri?

Tam da bu sırada, bütün bu soruların yanıtını ararken, Loti’nin sevgili küçük hayaletini bulduğu son gün, yani 8 Ekim 188.. Cumartesi günü yaşadıkları tüm düşüncelerimi paramparça ediyor. Yüz küsur yıl sonra Aziyade’ye olan aşkını acımasızca sorguladığım Loti’de hayalete dönüşmüş şimdi. Hiç konuşmadan sitemle bakıyor bana. Kendisiyle birlikte gelmemi istediğini anlıyorum.

Ve işte Loti’yle birlikteyiz son günün sabahında. Kalın bir sis perdesi inmiş İstanbul’un üzerine, kuzey güzlerini anımsatan. Dün Aziyade’nin mezarını bulduğunu biliyorum onun. Ancak, yanında diğerleri olan Loti Aziyade ile vedalaşmayı bu sabaha bırakmıştı. Yine Türk giysileri giymiş Loti. Büyük İstanbul surları boyunca onun beyaz atının sırtında ilerliyoruz. Basık, karanlık göğün altında alabildiğine yalnızız. Fundalıkların, mezar ormanlarının ortasında alabildiğine yalnızız. Bu güneşsiz sabah vakti ne kadar da sıkıcı ve karanlık. Geçerken kimsenin ne girdiği ne de çıktığı sivri kemerli kapılara bakıyor Loti. Özenle, kocaman dört köşe kuleleri sayıyor. Ve işte, öbür mezarların arasında hemen fark edilen yazıtı yaldızlı küçük mavi mezar taşı önümüzde duruyor.

Tek başına mezarın yanına varmak ve tek tük incecik bitkilerin bittiği, yağmurdan hafifçe nemlenmiş kızıl toprağın üzerine uzanmak için atını bir servinin dallarına bağlayarak benden ayrılıyor Loti. Mezar taşının yönünden, altta toprağa gömülü sevgili Aziyade’nin bedeninin konumunu biliyor. Kendisini görecek kimse olmasın diye ta uzaklara kadar çevreye iyice baktıktan sonra yavaşça uzanıyor, ölmüş yüzün olduğu bu noktada toprağı öpüyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyor.

Ürkütücü bir sessizlik içinde dakikalar geçiyor. Ağır bulutlar yüksek surların üzerinden sürüklenip giderken gitgide olup bitenlerin bilincine varıyorum. Loti’nin acı çektiğini daha insanca duygularla anlıyorum. Sonsuz bir hüznün ürpertisi Loti’nin tüm benliğini ele geçirmiş durumda.

Dakikalar geçiyor yine; hafiften çıkan rüzgar bu ölüler ülkesinin üstüne kırbaç gibi inen yağmur damlaları serpiyor. Kenarları hep daha koyulaşarak sürüklenen gri bulutlar, iç kapatan kırlara, uzayıp giden surlara yağmur atıyorlar.

Sonra, yatışmış olarak ayağa kalkıyor Loti. Fısıldayarak konuşmaya başlıyor.

-Aziyade’nin görüntüsü neredeyse canlanmış, önümde duruyor. O birdenbire canlandı, öyle canlandı ki ayrılık akşamından beri hiç böyle karşıma çıkmamıştı. Gülümsemesini, gözlerimin içine son günlerdeki derinden bakışını görüyorum, yine hiç olmadığı kadar. Sesini duyuyorum, sesinin bildik, güvenli, çocuksu, küçük titremlerini; sonsuz sevecenlikle taparcasına sevdiğim onun bütün o özel, anlaşılmaz küçük şeylerini yine duyumsuyorum.. O gençliğinin doruğunda alıp başını gitti. Mezarına benden başka gelip öpeni olmadı, hiç kuşku yok bir daha kimse gelip bana benzer biçimde öpmeyecek onu …

Rüzgarın uğultusu daha fazlasını duymama engel oluyor. Ancak, yüzündeki tatlı hüzünden Loti’nin artık iyice yatışmış olduğunu biliyorum.

Mermer mezar taşının dibinde, oradaki küçük bitkilerden birini yanında götürmek üzere alıyor Loti. Sonra, Aziyade’nin mermer üzerine kabartmayla yazılı, pırıltısı yitmiş yaldız kaplı adını sevgiyle öpüyor. Atına binerek uzaklaşmaya başlıyor. Yüksek İstanbul surlarının göz alabildiğine uzanıp gittiği yalnızlığın ortasında onu bir kez daha görmek için dönüp bakıyor.

Loti’ye ve onun aşkına yaptığım haksızlıkla yüreğim daralıyor. Pişmanlık dolu bir sesle onu geri çağırmak istiyorum. Ama konuşma yetimi kaybetmiş olmalıyım ki sesim çıkmıyor. Bu defa, koşarak ona ulaşmak istiyorum. Ancak, ayaklarım kurşun gibi ağırlaşmış ve hareket etmiyor. Yürüme yetimi de kaybetmiş olmalıyım. Birdenbire, aslında Topkapı surlarının dışındaki uçsuz bucaksız kırlarda ve o hayaletler ülkesinde olmadığımı anlıyorum. Soğuk bir ürperti tüm vücudumu sarıyor.

Yine bulunduğum yerde pencerenin önündeyim işte.

Bu kez, buğulu cama Aziyade ve Loti’nin isimlerini birlikte yazıyorum parmağımla.

Camda bir an kalıyor ve suya dönüşüyor yazı.

Aziyade ve Loti bir hiçliğe, hayalete dönüşüyorlar anında, yok oluyorlar.

Uzun bir güz gecesinin sis çökmüş bu İstanbul sabahında, hiçbir aşkın sorgulanamayacağını ve bütün aşkların saygıyı hak ettiğini artık biliyorum.

Bu sabah, iki hayaletin aşkına aşık oluyorum..

                                                                                                        İstanbul, 14/12/2010


SEN YAŞTAYIM

İNSANIN MAVİSİ

  Bu sabah deniz, kendimin "Di'li geçmiş zaman"ı. Bir vakit bendeki mavinin solmamış hali. Çocukça güldüren, aşkça ürperten, b...