Perşembe, Kasım 26, 2009

Gitmek Unutulmak Demektir


Sarı, sıcak bir dalgayı ansızın yüzümde hissediyorum. Aynı anda parlak bir ışık gözlerimi kamaştırıyor.
Işık öylesine güçlü ki, saatlerdir oturduğum koltukta ilk kez hareket ederek kendimi geriye doğru çekmek zorunda kalıyorum.
Upuzun bir gecenin ölümcül karanlığını paramparça eden ağustos güneşi, her yerden hızla odanın içerisine doluyor. Parlak bir beyazlık çepeçevre kuşatıyor her yanımı. Bir diriliş başlıyor odada. Eşyalar ve renkler yeniden hayat buluyor ışıkla birlikte. Pencerenin önünden hızla geçen bir kuşun gölgesi bir an duvarda yanıp, sönüyor. Kapalı panjurun simetrik aralıklarından girip yerdeki halıya saplanan ışık huzmelerine boş gözlerle bakıyorum. Açık balkon kapısından gelen sabah esintisiyle titreşen tül perde, gün boyu sürecek absürt bir dansa başlıyor.
“Gece ile gündüzün Araf’ı nerede o zaman?” diye düşünüyorum. Şafak sökmedi mi yoksa bu yaz sabahında? Kızılca kıyamet koparan o sancılı doğum, bu sabah sırasını prematüre bir gündoğumuna mı bıraktı yoksa? Çok sürmüyor, bir kopmanın ardından yaşanan yokluk olgusunun ayırtına varıyorum şaşırarak. Bir hiçlik anı aslında beni yanıltan. Vücudum şimdiki zamanın kollarına tutsakken, kim bilir kaç kez zaman tünelinin sisli dehlizlerinde sürüklenip durmuş olmalıyım gece boyunca. İşte böyle bir anda kaçırdığımı anlıyorum şafak sökümünü. Büyük ve taze bir soluk alıyorum. Düşüncelerimin mesafesiz derinliğinden, en diplerden, vurgun yemeden yüzeye çıkmayı başarıyorum. Zihnim berraklaşıyor..
“Çok mu önemli ki şafağın sökmesi?” diyor içimdeki bir ses. “Hayır ama..” diye itiraz ediyor bir başkası. Bir başka ses araya giriyor. Anlaşılmaz bir şeyler söyleyerek çıkışıyor diğerlerine. Sesler birbirine karışıyor..
Oysa benim işim zamanla. Gitmekle.. Gitme zamanının gelmiş olmasıyla. Bu veda anında zamana direnme isteğinin tüm benliğimi ele geçirmiş olmasıyla ilgili. Yaşam kendi içinde akarken bir daha yaşayamayacağım her anı belleğime kazımak istiyorum.
Günışığı odanın içinde sessizce akmaya devam ediyor. Güneşle birlikte odada yükselen sıcaklık uyuşmuş vücudumu canlandırıyor. Başımı kapıdan tarafa çevirdiğimde duvardaki aynada yansımamı görüyorum. Uykusuzluktan kanlanmış gözlerime ve çürümüş gözaltlarıma hoşnutsuzlukla bakıyorum. Birkaç kez gözlerimi açıp kapıyorum ama bir yararı olmuyor. Aynada asılı kalan yansımam, iğreti bir tebessümle başka birine aitmiş gibi bana bakmaya devam ediyor. Odanın ortasında toplanmış eşyalara kaçamak bir bakış atıyorum. Aynadaki adam da aynısını yapıyor. Kanıksamış gözlerle bakıyor eşyalara. “Demek, yine gidiyorsun öyle mi?” der gibi. Bana ise acıyarak bakıyor. Hatta aşağılayarak. Onunla baş etmenin boşa bir çaba olduğunu umarsızca duyarak yeniden gözlerimi kapatıyorum.
Sokaktaki alışıldık sesleri duymaya çalışıyorum. Yıllarca hiç umursamadığım bu sesleri şimdi bir anı olarak saklamaya kalkışmak ne kadar da tuhaf. Giderayak barışıyorum beni her defasında kızdıran çöp kamyonunun homurtulu sesiyle. Simitçi çocuğun detone sesi bile duygu yüklü geliyor bana bu sabah. İşte, üst kattaki yaşlı kadının ayak sesleri bu duyduklarım. Balkondaki çiçeklerine su veriyor sevgi dolu sözlerle. Aç bir kedinin hüzünlü çığlığını sanki kucağımdaymış gibi duyuyorum. Yakındaki bir inşaattan yükselen arsız çekiç sesleri, bir sokak ötedeki caddede koşuşturmaya başlayan otomobillerin uğultusu ve diğerleri.. Sırada başka sesler de var. Birbirine karışan, bir harmoni içerisinde kente can veren sesler. Benim sokağımın sesleri..
Birden aklıma geliveren bir söz, sokağımın sesleriyle arama giriyor.
“Sözüm ki tek sana geçmez; celladımsın ey zaman! “
Bir kitapta okuduğum bu cümleyi hatırlamak hoşuma gidiyor ve birkaç kez tekrarlıyorum;
“Celladımsın ey zaman..
Celladımsın ey zaman..
Celladımsın..
Celladım..”
Zaman denilen uçsuz bucaksız sonsuzlukta ne kadar da basit kalıyor içinde bulunduğum “şu an”. Yaşamda geçmiş yok elbette, bunu biliyorum. Ellerimin arasından kayıp gitti ve bir sabun köpüğü gibi sönüverdi yaşadıklarım. Tabii ki bana aitler ama benimle değil artık onlar. Belli belirsiz izler var şimdi zamanın geride bıraktığım dönemeçlerinde. Gelecek mi? Henüz benim değil ki o. Belki de hiç olmayacak. Benim olan, sadece “şu an”. Ama nasılda çabuk eskimeye başlıyor “şu an” ve her şey? Soluk alıp verdikçe yaşamda “an” bitiyor, yaşanmışlık başlıyor. Yeni bir yaşanmışlığa doğru kanatlanmak ve yıllardır bir parçası olduğum bu yerden gitmek üzereyim işte. Bu düşünceyle birlikte genzim yanmaya başlıyor. Yüreğimde açılan derin çukuru doldurmaya hazır gözyaşlarımı çok yakınımda hissediyorum. Ama bu kez gözyaşlarımın derinliğinde boğulmamaya kararlıyım. Başarıyorum da bunu..
Hepimizin yaşamında gitmeler var kuşkusuz. Hangi yaşam vardır ki içinde hiç gitme olmasın? Haberli, habersiz gitmeler. Bir nefes gibi sessiz gitmeler. Ya da çığlık çığlığa paramparça gitmeler. Acıtan, kanatan, geride kalanı yok eden insafsız, zalim gitmeler de var her bir yaşamda. Ama bir yaşam ne kadar gitmeyi sığdırabilir ki içerisine? Ya da bir gitme kaç yaşamı yok etmektedir aslında? Ve benim gitmelerimin kaçıncısıdır bu?
Işıkla birlikte düşüncelerimde bir çağlayandan dökülürcesine akmaya devam ediyor. Bulunduğum yerden (….) tabyalarının yüksek sırtlarını görüyorum. Çiy yağmış olmalı erkenden. Toprak buğulanmış, tütüyor. Daha yukarılarda ak bulut kümeleri gözüküyor. Mavi bir perdeye çengelli iğneyle tutturulmuş gibi asılı duruyorlar. Sıcak bir ağustos günü ağır ağır çöküyor sokağımın ve kentin üzerine..
Birden bir şimşek çakıyor zihnimde karanlıkları yırtarak. Bir yıldız ağıp gidiyor kalbimin kuytu köşelerine doğru. Tümden ışığa kesiyor ansızın, bir yanı gece diğer yanı gündüz belleğimin her yanı. Bir anlık aydınlık yetiyor her şeyi anlamama. Bunu neden daha önce düşünemediğime şaşırıyorum. Ama olsun, artık biliyorum. Kendime söyleyemediğim, içimi acıtan gerçekle yüz yüze geliyorum. Öyle ya, gitmek değildir aslında yıkıcı olan. Unutulmaktır.. Her gitme, unutulmayı da getirir beraberinde çünkü.. Gidenin de kalanın da bildiği ve birbirine söyleyemediğidir bu. Ve her gitme taze bir yara açar kuşkusuz giden ve kalan yüreklerde. Kanayan ve sızlayan bir yara.. Hep taze kalacağı düşünülür ama bir sabah kahverengi bir kabuk bağladığı görülür geçmez sanılan yaranın. İşte böyle bir sabahta başlar unutmak ve unutulmak. Ve işte böyle bir sabahta iyileşmeye başlar onmaz denilen yara günbegün. Gördükçe ya da dokundukça hatırlanır sadece. Oradadır ama kanamıyordur artık. Acıtmıyordur da.. Sonra kahverengi kabukta düşer bir gün. Pembe bir iz kalmıştır artık geriye yaradan. Akan zamanla birlikte bu pembelik gittikçe soluklaşır ve sonunda hiçbir şey kalmaz geriye. Taze yara iyileşmiş, gitmek; unutmak ve unutulmak olmuştur..
Günışığı odanın içinde, zamansa kendi sonsuzluğunda akmaya devam ediyor.
Çevremdeki bütün seslerin sustuğunu fark ediyorum..
Dışarıda gölgeler uzamaya başlamış olmalı..
Genzimdeki yanmayı şimdi bütün ağırlığıyla boğazımda duyuyorum..
Aynadaki adamla göz göze geliyoruz. “Gitmeleri hiç sevmem. Gitmek, unutulmak demektir çünkü” diyorum.
Susuyor.. Aynı iğreti tebessümle bana bakmaya devam ediyor..
Ben de susuyorum..
Sonra oturduğum koltuktan kalkıp, umarsız ve yılgın adımlarla gitmeye ve unutulmaya doğru yürüyorum..

İstanbul, 26/11/2009

SEN YAŞTAYIM

İNSANIN MAVİSİ

  Bu sabah deniz, kendimin "Di'li geçmiş zaman"ı. Bir vakit bendeki mavinin solmamış hali. Çocukça güldüren, aşkça ürperten, b...