Pazartesi, Eylül 21, 2009

Piknik ve Ölüm



60'lı yılların ortası ile sonu arasındaydı ilkokul öğrenciliğim. Almus Atatürk İlkokulu’nun siyah önlük-beyaz yakalı, 136 numaralı öğrencisiydim..
Aynı okulda öğretmendi annem ve babam. Kız kardeşlerimde aynı okulda öğrenciydiler. Öğretmen anne babanın çocuğu olduğunuzda erken oluyor tebeşir tozuyla tanışmanız ve hiç bitmiyor öğrenciliğiniz.
Özlemle andığım, hayatımın bu unutulmaz dönemini geride bırakalı neredeyse kırk yıl olacak. Tahmin edebileceğiniz gibi artık okulumun yerinde çok katlı sevimsiz binalar yükseliyor. Kışları üzeri buz tutan, yazları ise öğretmenlerimizin çevresindeki tahta sandalyelerde oturup “Fertek gazozu” içtikleri küçük havuzun yerinde yeller esiyor. Mayhoş tadıyla birlikte beyaz yakamızdaki kırmızı lekelerin sorumlusu vişne ağacı da yok artık. Okulun bahçesi de.. Artık olmayan o kadar çok şey var ki.. Öğretmenim de yok, pek çok arkadaşım da.. Yaşam, geride kalan her şeyi bir sis perdesinin arkasına atarak kendi bildiğince akıp gidiyor..
Her neyse.. Yazmaya başlamadan önce bir soruya yanıt arıyorum. Baharın bütün güzelliği ve nimetleriyle Edirne’nin üzerine çöreklendiği, pırıl pırıl bu Nisan sabahında neden ilkokul öğrenciliğimi hatırlıyorum? Hayatımın bu dönemine ilişkin sayısız anı içerisinden neden piknik yapmak gibi sıradan birisi öne çıkıyor? Okul olarak pikniğe gitmiş olmak anı olabilir mi ki? Yine de ayrıntıları ile hatırlamaya başlıyorum..
O yemyeşil, tatlı, güzel bahar geldikten bir süre sonra akıllara ve gönüllere düşerdi piknik yapmak.. Hem öğretmenlerimizin, hem de bizim. Günler öncesinden haber verilirdi okulca pikniğe gidileceği. Ve herkesi bir telaş alırdı günler öncesinden.
Hani, pikniğe gitmek diyorsam da yolların toz-toprak olduğu zamanlardır sözünü ettiğim. Ulaşımın zor olduğu. İlçede, bir “cipci Hayri amca” nın Amerikan eskisi var yeşil renkli. Bir de Tokat-Almus arasında yolcu taşıyan ve pikabında Şükran Ay’ın hüzünlü şarkılarının çalındığı minibüs. Böyle olunca; başka yerlere, ilçelere ya da illere gidilerek yapılmazdı piknik. Ya da bunun adına siz ne derseniz. Gezi ya da başka bir şey..
Sabahın erken saatlerinde günlük giysilerle okulda toplanılır, tıpkı bir bayram törenine gidiliyormuş gibi sıra olunarak, öğretmenlerin nezaretinde yürümeye başlanırdı. Hepimizin ellerinde yiyecek sepetleri tabii.. Gidilecek yer en fazla birkaç kilometredir. Neresi mi? Belki “Yedi Gözeler” , belki “Tufan tepe” ya da “baraj” taraflarında başka bir yer.. Adı ne olursa olsun, gidilecek yerde bizi bekleyen hayatın kendisidir. Doğanın kucağıdır. Yaşama sevincidir, coşkusudur. Bu coşkuyu şarkılarla süslerdik yol boyunca;
“Yaylanın yolundayım balam,
Gürgenin dalındayım.
Annem beni sorar ise
Okulun yolundayım..”

………………………………….
Yeşilin bütün tonlarının harmanlandığı, börtü böceğin, sayısız çeşitlilikteki rengarenk çiçeğin süslediği, birbirinden sevimli kuşların şarkı söylemekte yarıştıkları, şırıl şırıl kaynak sularının tatlı serinliğini çevreye saçtıkları piknik yerinde yapardık kahvaltımızı. Neredeyse bir ağaç, yaprak, ot-çimen denizinin içerisinde.. Akşamdan haşlanmış yumurtalar yeşil soğanla birlikte “işkefe” lere sarılıp dürüm yapılır, zeytinyağlı dolmalar, köfteler, annelerimizin yaptığı gül-vişne reçelleri, “çökelikli” ler, “katmer”ler çıkartılır sepetlerden, hormonsuz, genetiğiyle oynanmamış sebze-meyveler iştahla yenirdi.
Sonra oyunlar başlardı sabırsızlıkla beklenen. İp atlanırdı, birdirbir, uzun eşek, körebe, elim sende oynanırdı.. Peşinden de bir sürü yarışma yapılırdı, kıyasıya kazanmaya çalıştığımız. Çuval yarışı, kaşıkta yumurta koşusu, mendil-ağaç kapmaca şimdi hatırlayabildiklerim. Koşardık, terlerdik, yanaklarımız al al olurdu, eğlenirdik, mutlu olurduk pikniklerde. Akşama kadar sürerdi yeme-içme ve oyun-eğlence.. Sonunda yorgun ve mutlu dönerdik evlerimize.
Dedim ya, günler öncesinden haber verilirdi okulca pikniğe gidileceği ve herkesi bir telaş alırdı günler öncesinden. Ama uyku tutmazdı biz çocukları pikniğe gidileceği günden önceki gece. Heyecanla sabahın olmasını, bir an önce uykuya geçmeyi ve gözümüzü açtığımızda sabahın olduğunu görmeyi isterdik. Sabah olmasına olurdu ama hiç aklımıza gelmeyen acı bir sürprizle karşılaşırdık bazen. Bir gün önceki pırıl pırıl güneşli havaya rağmen piknik sabahı gök gürültüleri arasında hiç dinmeyecekmiş gibi bir yağmura uyanırdık. Neredeyse sel götürürdü her tarafı.
Hissettiğimiz, bir kırgınlık duygusu olurdu..
Bir isyan..
Nasıl yağmur yağabilirdi tam biz pikniğe gidecekken?
Ve bunca hazırlık yapmışken..
Çocukça bir üzüntü yüreğimize oturur, kalırdı..
Ama artık devir değişti. Benim zamanımdaki pikniklerin yerini okul gezileri aldı çoğunlukla. Başka illere, ülkemizin değişik yörelerine, hatta başka ülkelere yapılan. Otobüsle, trenle, uçakla gidilen..
Sabah televizyondan aldığım bir haberdi aslında bana ilkokul öğrenciliğimi hatırlatan. Yürek burkan, kara bir haber..
“İzmir Zafer İlköğretim Okulu öğrencilerini Kapadokya gezisine götüren otobüs, Aksaray’a 58 kilometre mesafede kum yüklü kamyonla çarpıştı.. Kazada (!) çoğu öğrenci ve velilerden oluşan 30’un üzerinde kişi öldü.. Çok sayıda yaralı var..”Sonra televizyon kanallarında ve internette ayrıntılar.. Uyuyan sürücü, hatalı şerit değiştirme ve kim bilir hangi sürücü kusuru haberleri.. Küçük öğrencilerin kaza öncesi otobüsün içinde şarkı söyleyerek eğlendiklerine dair kamera görüntüleri..
Ve ne tuhaf.. Pikniğe gidilecekken yağan yağmurun bana hissettirdiklerini, onca yıl sonra bu tatil sabahı bütün benliğimde yine duyuyorum..
Sanki pikniğe gideceğim..
Sanki şakır şakır yağmur yağıyor..
Pikniğe gidemiyorum..
Kırgınım..
İsyan ediyorum..
Derin bir üzüntü yüreğime çörekleniyor..
Hiç kuşkum yok.. İzmir Zafer İlköğretim Okulunun o minik yürekleri de benim on yıllar önce duyduğum heyecanı duymuşlardı gezi öncesinde. Kim bilir ne hayaller kurulmuştu Kapadokya gezisi ile ilgili? Hem gerçekten perili miydi ki görülecek olan o bacalar? Belki de en çok merak edilen buydu kim bilir? Büyük olasılıkla zar zor izin almışlardı bazıları ailelerinden. Giysiler, fotoğraf makineleri hazırlanmış, dönüşte arkadaşlara alınacak hediyelerin listesi yapılmış, harçlıklar denkleştirilmişti..
Bu da bir piknik-gezi idi sonuçta. Gezilmeli, görülmeli, eğlenilmeli, mutlu dönülmeliydi eve. Daha doğrusu benim piknik-gezilerim böyleydi. İşte anlatıyorum yıllar sonra, yazıyorum.. Ya onların ki? Bakar mısınız ne olduğuna? Masum yavrular, cansız bedenleriyle dönüyorlar evlerine.. Tüm ülkeyi yasa boğarak.. Anne-babalarının, yakınlarının, arkadaşlarının, sevenlerinin yüreklerinde asla onarılamayacak derin yaralar açarak..
Yeşermeyi bekleyen, ülkemizin geleceği, umudu, her şeyi olan, masum ve günahsız hayatlar; cehalet, eğitimsizlik ve ilkellik tarafından yok ediliyor.
Hayatın anlamını kavrayamamış, insan sevgisinden yoksun canavarlar trafik terörü adı altında hepimizin bir parçasını almaya devam ediyorlar..
Bırakın şehirlerarası yolları, büyük kentlerin en işlek caddelerinde bile trafik kuralları pervasızca ihlal ediliyor. Siz kırmızı ışıkta beklerken, yanınızdan jet hızıyla geçen maganda, dikiz aynasından iğrenç yüzünü size gösterip sırıtıyor. İlkellik, medeniyetin önünde gidiyor..
Bu güzel bahar sabahında evdeyim..
İçimde bir kırgınlık var..
İsyan ediyorum..
Oysa pikniğe gidecek değildim..
Dışarıda yağmur da yok..
İzmir Zafer İlköğretim Okulu öğrencilerinin kara haberi derin yaralar açıyor yüreğimde..
Yağmurlar yüreğime yağıyor..



Edirne, 14/04/2007


Aktütün'deki Asil Ruh



“Vatan-Sana-Canım-Feda
……………………………”

Hepsinin bir ismi var elbette..
Muhammet, Hasan, Ramazan, Davut ya da Hakkı gibi…
Ait oldukları bir vatan toprağı da var hepsinin kuşkusuz. Erzurum, Siirt, Ordu, Adana ya da İzmir diye anılan…
Her birimizin neleri varsa onların da var aynısından..
Göğsünde büyüdükleri anaları, aynı karında yattıkları kardeşleri, baldan tatlı çocukları, sevdalarını fısıldadıkları nişanlıları, can yoldaşı eşleri var..
Sırlarını paylaştıkları arkadaşları, külüne muhtaç oldukları komşuları, bayramlarda elini öptükleri öğretmenleri de…
Bir de yirmili yaşları var hepsinin. Yaşamdan alacakları var vatan borcundan sonraya bıraktıkları.. Maviye boyadıkları düşleri, yüreklerine sığmayan ümitleri, taşkın bir nehir gibi özlemleri var sıralarını bekleyen..
Sonra paylaştıkları kaderleri var birbirleriyle Aktütün’ün mavi göğünün altında.
Aynı karavanaya kaşık sallarken, nöbet yerinde hüzünlü bir türkü mırıldanırken, uyumayan düşmanı beklerken, sabahları gün ışığında “her şey vatan için” diye haykırarak yürüyüş kararı sayarken, yıpranmış bir fotoğrafın üzerine bir damla gözyaşı dökerken, demli bir çayı buğusuyla yudumlarken paylaşılan bir kader..
Aktütün’de başka şeylerde var..
Bir tarafta asil bir ruh var.. Diğer tarafta hain ve kalleş bir düşman..
Asil ruhun vatanı için dökecek asil kanı var.. Öbürünün üzerindeyse insanlığın laneti ..
Asil ruh vatanı için mübarek kanını dökerek en yüce mertebeye yükseliyor..
Milletine layık evlat olmanın gururuyla veda ediyor..
Ateş elbette düştüğü yeri yakıyor.
Ateş, Türk Milleti’nin bağrına düşüyor..
Asil millet yangın yerine dönen bağrına aldırmadan birbiriyle kenetleniyor.
Kırmızı-beyaz Türkiye asil evlatlarını uğurluyor..
Edirne, 08/10/2008

SEN YAŞTAYIM

İNSANIN MAVİSİ

  Bu sabah deniz, kendimin "Di'li geçmiş zaman"ı. Bir vakit bendeki mavinin solmamış hali. Çocukça güldüren, aşkça ürperten, b...