Perşembe, Ocak 09, 2014




O N L A R
Her yerdedir onlar.
Bakın şöyle bir çevrenize; insanın olduğu her yerde görürsünüz onları.
Kadın erkek; yaşlı genç; çoluk çocuk hiç önemli değildir onlar için; her ruhu ve her bedeni ele geçirmişlerdir.
Sanırsınız insanın ikizidirler; içinde olmadıkları bir yaşam ve onlarsız bir insan düşünülemez.
Nerede insan varsa, onlar da tam oradadırlar işte.
Ve yaşam denen labirentin her köşesinde ansızın karşınıza çıkmak için sinsice beklemektedirler.
Kurtuluş yoktur onlardan, kaçıp kurtulmak mümkün değildir.
Zaman ve mesafe tanımaz onlar, bilesiniz.
Okyanusların dibine ya da göklerin sayısız katlarına sığının isterseniz; isterseniz zaman tünelinin sonsuz boyutlarına gizlenin, size ulaşmaları sadece bir ‘an’ dır.
Yok olmalarını hiç beklemeyin; ya da yok etmeyi hiç düşünmeyin onları.
Siz yaşadığınız sürece, ölümsüzdür onlar çünkü.
Yok yok ! Onlar da ölümlüdür aslında.
Ama siz öldüğünüzde ölecektir onlar; sizden önce değil.
Yaşadığınız sürece sizden beslenirler; varlığınız, onlar için hayat kaynağıdır.
İnsansınız ya ! Sadece bu yüzden, varlıklarını devam ettirecek enerjiyi verirsiniz onlara hiç farkında olmadan.
Bilerek ya da bilmeyerek yaptığınız hatalar, eksiklik ve yanlışlıklar muhteşem bir ziyafet sofrasına dönüşmüştür onlar için.
Beslenirler, büyürler ve yaşamaya devam ederler; bir yandan sizi yiyip bitirirken.
Bazen gittiklerini düşünür, iyileşmeyi umarsınız; bazen de kanserli hücreler gibi çoğaldıklarına tanık olursunuz onların.
Günlük yaşam koşturması içerisinde iken bir an sizi unuttuklarını sanırsınız; içten içe sevinip onlar tarafından unutulmayı her şeyden çok istersiniz.
Oysa, hiçbir yere gitmemişlerdir; işte oradadırlar.
Size gelmeleri içinse yaşamdaki sıradan bir devinim yeterlidir.
Bazen kulaklarınıza değen bir ses, gözlerinize düşen bir renk, bir yüz, bir yazı, bir insan, bir ezgi, bir yağmur damlası; bir.., bir.., bir.., ne varsa yani yaşamın içinde, onları harekete geçirmek için yeterli olacaktır.
En çok sevdikleri zaman dilimi ise; gecedir.
Uykunuzun tam ortasında, sessizce başucunuza dikilip sizi uyandırırlar ve bilmem kaçıncı kez sizi kendinizle hesaplaşmaya çağırırlar.
Sonucu bellidir aslında bu kısır döngünün.
Dönüşü olmayan bir yolculuğun çaresizliği ve çıkmaz bir sokaktaki teslimiyettir işte size kalan.
Yaşamınızda bir şeyi yapmış ya da yapmamış olmanız önemlidir onlar için.
Bütün dertleri budur.
Bir kez çıkıp geldiler mi; ‘NEDEN?’ diye soracaklardır durmaksızın.
O şeyi neden yapmış ya da yapmamış olduğunuzu sorgulayacaklardır.
Yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızın, yapmamamız gerektiği halde yaptıklarımızın; yani hatalarımızın, yanlışlıklarımızın kılığına girmiştir onlar.
Hiçbir mazereti kabul etmezler; çünkü artık çok geçtir onlara göre.
Alkışlanacak başarılarınızın, takdir edilecek fedakarlıklarınızın, etrafınıza saçtığınız sevgi ve neşenin, başkalarına bulaştırdığınız mutluluğun ve saygı duyulacak dürüstlüğünüzün dışında, başınıza kakılacak olanlarda vardır işte böyle.
Tüm yaşamınız boyunca sizi takip edecektir onlar; siz kaçansınızdır, onlarsa kovalayan.
Yaptığınız ya da yapmadığınız şeyleri tokat gibi çarpacaklardır yüzünüze bıkmadan, usanmadan.
Onların kurşun gibi dayanılmaz ağırlığını yüreğinizde taşırsınız hep acıyla.
Onlar hatırlattıkça siz üzülüp, ‘keşke’ dersiniz.
Bilin ki; onların varlığı, ölüm kadar acıdır.
Kim mi onlar?
Onlar; bizim ‘KEŞKE’ lerimizdir.
Onlar; bizim ‘PİŞMANLIK’larımızdır.

(Temmuz/2013, İstanbul)



ONLAR BİZE ALLAH’IN EMANETİDİR
Sanki bir tiyatro oyunu sahneye konuyor.
Trajikomik bir oyun bu.
Yani, hem acıklı hem de güldürücü özelliği olan bir oyun.
Onlar, her kurban bayramında bu oyunu oynamaktan ve bize seyrettirmekten bıkmadılar.
Biz de mecburmuşuz gibi her kurban bayramında çaresizlik içerisinde bu oyunu izliyoruz.
İşte size oyundan bir sahne;
“Yarısı çocuk ve kadın olmak üzere tahminen 10-15 kişi kadarlar.
Çevredeki kısa duvarlardan ve birkaç ağaçtan bulundukları yerin bir bahçe olduğu anlaşılıyor.
Oyunun baş aktörlerinden olduğu belli olan birinin elinde pompalı bir tüfek var.
Evet, hepimizin bildiği, etkili ve ateşli bir silah olan bir pompalı tüfek bu.
Baş aktör tüfeğini tahminen beş metre ötesindeki boğaya doğrultmuş.
O boğaya bakıyor, ne olduğunu anlayamayan boğa şaşkın şaşkın O’na bakıyor, diğerleri de biraz sonra tanık olacakları anın keyfini çıkarmak ister gibi ikisine bakıyorlar.
Ne olduğunu anladınız tabii.
Kurban edilmek istenen boğa kaçmış, uzunca bir kovalamacadan sonra bahçede sıkıştırılmış ve şimdi kaderini bekliyor.
Baş aktörün parmağı tetiğe basıyor, kafasından kurşunu yiyen boğa ulu bir ağaç gibi gürültüyle yere devriliyor.
Yere düşer düşmez de rol sırası kendisine gelen baş aktör yardımcısı bir kişi elinde kocaman bir bıçakla boğanın üzerine atlıyor.
Diğer oyuncularda öyle yapıyorlar. Her biri boğayı bir yerinden yakalamaya çalışıyor.
Baş aktör yardımcısı Allah vergisi yeteneğiyle bir anda boğanın boynuna bıçağı sürüyor.
Sonrası malum..”
Kurban ibadeti yerine getirilmiş oluyor böylelikle.
Başka sahnelerde var tabii.
Elinden kaçırdığı kurbanlığını yakaladıktan sonra öfkeyle onu bacağından bıçaklayan mı istersiniz, yaşama refleksiyle direnen kurbanlığını sopayla öldüresiye döven mi istersiniz, kurbanlığını yere yatırabilmek için baltayla bacak kemiklerini kıran mı istersiniz?
Ya da çok sayıda insan ve araç tarafından sıkıştırılıp yakalanmaya çalışılırken panik halinde denize atlayan, bataklığa düşüp gırtlağına kadar çamura gömülen, düştüğü kuyudan çıkartılabilmek için bacağından vinçe asılan kurbanlıklar mı istersiniz?
Hepsi, hepsi var bu trajikomik oyunda.
Otuziki kısım tekmili birden bu oyun.
Üstelikte seyretmesi bedava.
Hadi isteyin çekinmeyin.
Sizi insanlığınızdan utandıracak milyonlarca sahne var daha sırada.
Ha, bu arada acemi kasapları da unutmayalım.
Kurbanlığını kesecekken kendisini doğrayan, kadın erkek hatta çocuktan oluşan insanların rol aldığı sahnelerde var.
Televizyon kanallarında muhabirler hangi kentte ne kadar acemi kasabın kendisini yaraladığına dair istatistiki bilgiler veriyorlar.
Kolu, bacağı, kafası sarılı insanlar hastanelerden çıkarken televizyon kameralarına bir kahraman edasıyla görüntü veriyorlar.
Ancak, bir final sahnesi var ki her şeye bedel;
“Dünyanın en güzel yerlerinden biri olan İstanbul Boğazı’na akan kurban kanları masmavi denizi kızıla boyamış, Marmara bir kan denizine dönüşmüş, kandan dalgalar kıyıya vuruyor..”
Uçaktan çekilen bu çarpıcı görüntüler tüm dünyaya servis ediliyor.
İstanbul’daki belediyelerin modern kesim yerlerini değil sokakları ve yeşil alanları kendilerine kurban kesim yeri seçmek yüzsüzlüğünü gösterenlerin bu hukuk tanımaz, ahlak ve din kurallarını umursamaz tavırları Türk insanını utandırıyor, vicdanları sızlatıyor.
Hazreti Peygamberimizin “devesine eziyet eden birini nasıl şiddetle kınadığı ve azarladığı” anlatılır hep.
Bir tarafta O yüce insanın tavrına bakın, birde insan demeye dilimin varmadığı şu “güruh”un yaptıklarına bakın.
Bir süre önce Esenyurt Belediyesi tarafından hizmete sunulan modern bir hayvan barınağının açılışında sayın belediye başkanı hayvanlar için “Onlar bize Allah’ın emanetidir, bu emanete özenle sahip çıkalım” demişti.
Doğrudur;
Hayvanlar, bize Yüce Allah’ın emanetidir.
O zaman siz kimsiniz? Bu emanete ihanet eden, vahşetin ve ilkelliğin sahipleri söyler misiniz; siz kimsiniz?

(Ekim/2012, İstanbul)




Küçük Arif’i Kim Öldürdü?
Güzel çocuk gözleriyle televizyon kameralarına bakıyorlar.
Hepsinin yüzünde, henüz yerleşmeye başlayan taze bir acının hüznü var.
Hepsi okul arkadaşı olan çocuklardan saçları örgülü, kumral kız çocuğu uzatılan mikrofonlara konuşuyor:
“Arif bizim çok iyi arkadaşımızdı. Ama o yok artık. İnşallah Cennet’e gitmiştir”
Medeniyetin harika araçlarından biri olan televizyon yine bir ilkellik haberini ülkenin dört yanına aynı anda ulaştırıyor;
“İzmir'in Bornova ilçesinde, yeni yıla girerken havai fişek gösterisini seyrettiği sırada nereden geldiği belirlenemeyen bir kurşunla ağır yaralanan (11) yaşındaki Arif Dallı'nın önceki gece beyin ölümü gerçekleşti. Günlerdir hastanede oğlundan gelecek iyi haberi bekleyen baba Şerafettin Dallı; Dün gece doktorlar bir heyet oluşturarak bu kararı verdi. Oğlumun beyin ölümü gerçekleşti. Makinelere bağlı olarak kalbi atıyor, nefes alıp veriyor ama vücudu buna ne kadar dayanır bilemiyorum. Bir saat ya da birkaç gün sonra onu tamamen kaybedebiliriz, çok üzgünüm. Tek isteğim, magandanın bulunması ve başka Ariflerin ölmemesi dedi” diye devam ediyor haber. .
Benzerini daha öncede defalarca duyduğumuz ve artık kanıksadığımız türden bir haber bu.
Hani şu, duyduğumuzda üzülüp öfkelendiğimiz ama hemen unuttuğumuz haberlerden biri işte.
Haberdeki “MAGANDA” sıfatına takılıyorum önce.
Gelin, birlikte bakalım; “Ne demekmiş MAGANDA?”
Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlük; “Görgüsüz, kaba, anlayışsız, terbiyesiz ve uyumsuz kimse” olarak tarif ediyor MAGANDA’yı.
Benzer bir tarifte “Büyük Argo Sözlük”te var. Buna göre de MAGANDA; “Görgüsüz, kaba saba, yontulmamış ve özellikle kalabalık ortamlarda hiçbir kural tanımayan kimse” demekmiş.
Benim gibi sizi de kesmedi değil mi bu sıfat ve tanımlamalar?
Öyle ya; henüz hayat yolculuğunun başında küçük Arif’in gözlerindeki yaşam ışığını söndüren bir insan (!) için bu tanım çok hafif kalıyor.
O zaman bir de “KATİL” sözcüğünün anlamına bakalım, Türk Dil Kurumu Büyük Türkçe Sözlük’te.
“İnsan öldüren kimse, cani” imiş, KATİL..
Sizi bilmem ama bu tanımlama da yüreğimi soğutmuyor benim.
Hep bir eksik var sanki; insanların yeni bir yıla girecek olmanın coşkusunu ve sevincini yaşadıkları sırada tek suçu havai fişek gösterisini izlemek olan Arif’i bu dünyadan ve yaşamdan kopartan biri için hangi sıfatı kullanırsak kullanalım hep bir eksik var işte.
Öyle bir tanımlama yapmalı, öyle bir sıfat bulmalı ki; söylenen için aşağılanmanın ve utançların en ağırı olmalı bu, söyleyen içinde yüreklerde kabaran isyan ve öfke duygusunu karşılamalı azda olsa.
Her neyse işin özünü ıskalamayalım bence, bu ilkelliği tanımlayacağız ve bu ilkelliğin sahibine yakışan bir sıfat bulacağız diye.
Küçük Arif’i kim öldürdü dersiniz?
Cehalet mi, gelenekler mi, yoksa silahlanmayı denetleyip kontrol altında tutamayan sistem mi?
İlk ikisini birbirinden ayırmak kolay değil öyle. Cahilliğin ve eğitimsizliğin yarattığı sorumsuzca davranışları “gelenek” diye topluma sunmak ne kadar kabul edilebilir ki?
Bu nasıl bir ruh halidir, nasıl bir eksiklik ve ezilmişliktir ki; insan kendisini silah ve mermi ile tamamlamaya, tatmin etmeye ve kanıtlamaya ihtiyaç duysun.
Yeni hayatların başlangıcı olan kutsal evlilik törenlerine, düğünlere bakın; silahlardan çıkan mermiler var olan hayatları bitiriyor.
Taraftarı olduğu futbol takımı maç kazanmış; O evinin balkonundan, otomobilinin penceresinden çevreye kurşun yağdırıyor.
Kutsal bayram sabahında biraz önce Allah’ın huzurunda olduğu camiden çıkmış; daha kimseyle bayramlaşmamış bile, pompalı tüfekle Allah’ın yarattıklarının canına kastediyor.
Neymiş; sevinç ve mutluluk gösterisiymiş (!), gelenekmiş (!)…
Hayır böyle bir gelenek yoktu, siz uydurdunuz onu. İnsanların canına kastetmek gibi bir gelenek olamaz. Varsa da eğer, olmaz olsun böyle bir gelenek.
Ya Devlet’teki sorumluluk sahibi makamlara ne demeli? İnsanın en temel haklarından biri olan yaşama hakkını korumakla yükümlü Devlet aygıtı böylesine kolay bir şekilde silahlanmaya nasıl izin verir, neden denetleyip kontrol altında tutamaz ki?
Yasal koşullar zorlanarak ve bilmem ne vakfına yüklü miktarda bağış yaparak silah sahibi olmanız çok da zor değil güzel ülkemizde.
Ondan sonra da tak silahı beline; eksik ve olgunlaşmamış kişiliğini, cahilliğini, sosyal tatminsizliklerini de kuşan üzerine ve çık sokağa; düğündü, bayramdı, maçtı diye her vesile ile kurşun yağdır masum insanların üzerine.
Silah sahibi olmanın bu kadar kolay olduğu ve toplumsal cinnet gel gitlerinin sıkça yaşandığı bu ülkede daha çok duyacağız sanırım bu tür haberleri.
Saçları örgülü kumral kız çocuğunun dediği gibi; Arif yok artık.
O şimdi, kara toprağın altında ve sonsuz uykusunda.
Kısacık ömrü, ışık hızıyla başına saplanan bir metal parçasıyla son buldu.
Cennette olduğundan da hiç kuşkum yok.
Ama ne dersiniz; sizce, küçük Arif’i kim öldürdü ?

(Şubat/2013, İstanbul)



YOLUN YARISI
“Yaşam yolumuzun ortasında
Karanlık bir ormanda buldum kendimi,
Çünkü doğru yol yitmişti”

Şiir tarihinde bir benzeri olmayan ve Dünya Edebiyatı’nın başyapıtlarından biri olan İlahi Komedya’sına (Divina Commedia) bu dizelerle başlar Dante Alighieri.
Dünya’nın tanıdığı bu İtalyan şaire göre; insan yaşamı en yüksek noktası “otuzbeş yaş” olan bir yay çizer.
Ve hesaba göre de; İlahi Komedya’da anlattığı fantastik geziye başladığında yolun yarısındadır henüz O.
Ne yazık ki bu hesabında yanılan Dante, yolun sonuna genç sayılabilecek bir yaşta, (56) yaşında ulaşacak ve yaşam defterini kapatacaktır.
Yolun yarısını böyle tahmin eden veya böyle olmasını uman bizden biride vardır aslında.
Yüzyıllar sonra Dante’ye öykünen şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı’da;
“Yaş otuzbeş/ yolun yarısı eder /Dante gibi ortasındayız ömrün” derken, yolun sonuna çok yakındır aslında.
O’da oldukça genç bir yaşta, henüz (46) yaşında göçüp gidecektir bu dünyadan.
Yaşam yolculuklarının bir dönemecinde, aniden karşılarına çıkan kendi çıkmaz sokaklarının karanlığında kaybolan Dante ve Tarancı gerçekten öldüler mi dersiniz?
Ya da şöyle soralım; Divina Commedia yüzyıllardır yaşamakta iken Dante ölmüş olabilir mi?
Eğer, “cehennem-araf-cennet” üçlemesi ve (14.233) dizeden oluşan bu muhteşem eser unutulmuşsa, ancak o zaman Dante ölmüş demektir.
Bırakın Dante’yi, Beatrice’in öldüğünü de kimse söyleyemez aslında.
Kim mi Beatrice?
Dante’nin sevdiği kadındır O.
O’na duyduğu sevgi yüreğinden hiç silinmemiş, yaşamının en zor ve karamsar dönemlerinde Dante hep bu sevgiye sığınmıştır.
Şairin, ömrü boyunca büyük bir tutkuyla bağlandığı ve düşünce dünyasını da yönlendiren Beatrice, bu düşsel yolculukta O’na eşlik ettiğine göre ölmemiş demektir.
Dante, Beatrice ve İlahi Komedya hep birlikte, insanlığın edebiyat dünyasında yaşamaya ve var olmaya devam ediyorlar.
Ve bu hep böyle olacak kuşkusuz.
Ya Cahit Sıtkı’ya ne demeli?
“Memleket İsterim.. Gün Eksilmesin Penceremden.. Desem ki.. Abbas.. Serenad.. Gençlik Böyledir İşte.. İlk Aşk..”
Ve hepimizin ezbere bildiği, daha nice şiirleri.
Ayrıca; “Otuzbeş Yaş”, “Ömrümde Sükut”, “Düşten Güzel”, “Sonrası” şiir kitapları.
Şiirlerinde yaşama sevinci ve ölüm temalarına yer veren, dizelerinde ölümün üstüne giden, ayrıca yitik aşklar, mutlu sevdalar, yalnızlık, yaşadığı bohem hayatın buruklukları, çocukluk özlemini de şiirlerine konu eden Tarancı ölmüş olabilir mi?
Hiç sanmıyorum.
“Kapımı çalıp durma ölüm,
Açmam;
Ben ölecek adam değilim”
diyen usta şairin öldüğüne kim inanabilir ki?
Cahit Sıtkı’da tıpkı Dante ve diğerleri gibi ölümsüzlüğün beşiğinde sonsuza kadar sallanmaya devam edecek elbette.
Ya biz yaşam yolculuğumuzun neresindeyiz, biliyor muyuz?
Kendi zamanımızın hangi boyutunda, her birimize ait yolculukların hangi dönemecindeyiz kim bilir?
Çoğu zaman nasıl geçtiğinin farkında olamadığımız ve adına “hayat” denen bu yolculuğun istasyonlarını bir bir geride bırakıp bilinen sona doğru yol alıyoruz hiç kuşkusuz.
İnsan olmanın erdemiyle birlikte bize bahşedilmiş muhteşem bir armağan olan “hayat”tan söz ediyorum elbette.
Şimdi bizim olan “O”, zamanı geldiğinde geri istenip, alınacaktır bizden.
O zaman yaşam yolculuğumuzu tamamladıktan sonra da yaşamak için bir şeyler yapmalıyız değil mi?
Tabi ki, her birimiz birer Dante ya da Tarancı olacak değiliz.
Onlar gibi yüzyıllarca, belki de dünya durdukça yaşayacak eserler bırakmamızda mümkün değil elbette.
Bu yüzden belki sonsuza kadar yaşamamız mümkün olmayacak ama yine de yapabileceğimiz şeyler var bu konuda, ne dersiniz?
Her şeyi severek başlayabiliriz ve ilk adımı böylece atabiliriz sanırım.
İnsanları, kendimizi, doğayı, dünyayı, yaşamı, yani her şeyi sevmek mümkün ve mutluluğa giden yolun başlangıcı da bu bence.
Mutlu olduğumuzda çevremizi de mutlu edeceğimiz, pozitif duruşumuzla birlikte yaşam yolculuğumuzun sonunda “iyi insan” olarak anılacağımız da o kadar açık ki.
O zaman, takvimdeki rakamlara takılıp kalmayalım derim ben.
Bırakalım her birimizin celladı olan zaman kendi sonsuzluğuyla baş başa kalsın.
Biz yüreğimizin peşinden gidelim, yaşam yolculuğumuzu sevgiyle ve bize bahşedilmiş insani değerleri doyasıya yaşayarak bitirelim.
Sonrasındaysa; varsın olsun, her birimiz birer Dante ya da Tarancı olmayalım.

(Eylül/2012, İstanbul)

Çarşamba, Ocak 08, 2014



T R A F İ K     M A S U M D U R

“Bir ülkenin gelişmişliği trafiği ile doğru orantılıdır” derler.
Eh! Haklı söze ne denir.
Trafiğin uygar ise sende uygarsın.
Değilse, sende trafiğin gibi ilkelsin işte.
Ve de gelişmemişsin ülke olarak.
“Söyle trafiğini, söyleyeyim seni” yani.
Ya da; “anasına bak kızını al,
Trafiğine bak, ülkesini anla”
Peki ama uygar bir trafik için önce insanın uygar olması gerekmiyor mu?
Öyle ya, insanda bitmiyor mu her şey?
Her işin başında, ortasında ve sonunda insan yok mu sanki?
Sen istediğin kadar teknoloji harikası araçlar üret.
Mühendislik biliminin ulaştığı seviye ile muhteşem yollar yap.
Tecrübenin ve aklın süzgecinden geçmiş kurallarla mükemmel bir trafik düzeni oluştur.
Eğer insanın uygar değilse bir arpa boyu yol alman mümkün değildir trafik işinde.
Sorsan; adam, vatanını milletini senden benden daha çok sevdiğini söyleyecek.
Milliyetçilik üzerine nutuk çekecek sana bana.
Ama direksiyona geçtiğinde bütün bunların palavra olduğu ortaya çıkacak.
İnsan sevgisinden nasipsiz kalbiyle, başkalarına saygılı olması gerektiğini algılayamayan basit aklıyla yollara düşecek.
Her türlü eksiklik ve tatminsizliğini gidermek adına hepimizin canına, malına, geleceğine, hayallerine kastedecek.
Vatanını ve milletini en çok sevenin, onlara en çok saygı gösteren olduğunu hiç bilmeyecek.
Genelleme yapmadan konuşalım ki haksızlık olmasın.
Sözümüz elbette ki trafiğin güzel insanlarına değil.
Zaten onlar da olmasaydı eğer, bataklıktaki bir krizantem çiçeği gibi onları fark etmeseydik eğer, tümden ümidimizi kaybederdik biz bu trafik işinde.
İşin ilginç olanı da, trafiği sabote edenler arasında bir homojenlik olmaması.
“Adam cahil, mektep medrese görmemiş, bu yüzden trafik kurallarını takmıyor işte” diyemiyorsunuz.
Eğitim görmüş olanı, olmayanı; aydını, aydın olmayanı; kadını, erkeği; şusu, busu..
Bakıyorsunuz; hemen hepsi benzer davranış gösteriyor araç üstünde ve yollarda.
Bir yerlerde okumuştum, yaşanmış bir olay; Eğitim görmek için Almanya’da bulunan bir hukukçumuz otomobili ile dalgınlıkla kırmızı ışıkta geçer.
Tabii bizdeki gibi olmaz.
Orada; yapanın, yaptığını yanına kar bırakmayacak bir hukuk düzeni vardır çünkü.
Önce, gözlerinin bozuk olup olmadığının tespiti için defalarca hastanelere gönderirler.
Gözlerinin sağlam olduğu anlaşılınca bu defa ruh sağlığının yerinde olup olmadığı araştırılır; gelsin psikiyatrlar, gelsin seanslar.
Öyle ya; madem kırmızı ışıkta geçip hem kendi hayatını hem de başkalarının hayatını tehlikeye attın, ya gözlerin bozuk kırmızı ışığı algılayamadın ya da senin ruh sağlığın bozuk, en başta kendi güvenliğin için konulmuş kuralları takmıyorsun.
Sonuçta, ehliyetini geri alıncaya kadar anasından emdiği sütü burnundan getirirler bizim hukukçunun.
Hani kimileri alkol alıp sarhoş olunca dili çözülür, daha doğrusu gerçek kimlik ve karakterini gizleyemez, kendini ele verir ya.
Trafikte de böyle işte.
Aracını nasıl kullandığına bak; sürücünün karakterini anla.
Adam, manda kasa lüks otomobiline veya cipine binmiş ok gibi gidiyor; yoldaki diğer araçlara böcek muamelesi yapıyor, bilmem kaç şeritli yol az gelmiş olacak ki Uludağ’da kayak pistindeymiş gibi slalom yapıyor, sizin şeridinize girerek aracını üstünüze kırıyor.
Bir başkası; hayat kurtaracak emniyet şeridine girmiş babasının çiftliğinde gezer gibi pervasızca gidiyor; kırmızı ışık onun için sadece bir renkten ibaret olacak ki siz durmuş beklerken enayiliğinizi yüzünüze vurmak istercesine yanınızdan sırıtarak geçiyor.
Bir diğeri; aracındaki müziğin sesini sonuna kadar açmış, tek kelimesini anlamadığı “cıs-tak, cıs-tak” yabancı bir şarkıyı veya kendi alt kültürünün yanık ezgilerini size dinletiyor.
Hemen yanındaki ise modifiyeli aracının egzozundan çıkardığı korkunç gürültülerle dikkat çekmeye çalışıyor; ezilmişliğini, ruhsal ve cinsel açlığını herkese ilan ediyor.
Aracındaki sinyal kolunu kullanıp ne yapacağından diğer sürücüleri haberdar etmeyi delikanlılığa sığdıramayanlar mı ararsınız; kendisinin usta diğerlerinin hepsinin acemi şoför olduğuna inanarak sürekli selektör yapıp klakson çalanlar mı arasınız; artık kaç tane eli varsa birinde sigara, diğerinde cep telefonu araç kullananlar mı ararsınız; büyük araç olmasına güvenerek küçük araçların üzerine gidip onları yolda çil yavrusu gibi dağıtanlar mı ararsınız; yorulurum ben bunları tek tek yazmaktan, siz tamamlayın diğerlerini isterseniz..
Biri ne yazmış minibüsünün arkasına biliyor musunuz?
Sadece üç kelime ama her şeyin özetini yapıyor; “ARABADA SOPA VAR”
Yurdum insanı benim, kendisiyle aynı ülkeyi paylaşıp birlikte yaşamaktan mutluluk ve gurur duyduğum aziz vatandaşım benim; seni çok seviyorum (!) ..
Yaratıcılığa bakar mısınız?
Yani adam diyor ki;
“Bu ülkenin trafik düzeninde orman kanunları geçerlidir.
Kimin bileği güçlü ise o haklıdır.
İtirazı olanı ise; arabada sopa bekliyor” diyor..
Bayıldım bu slogana (!) .
Dilerim; artık istatistiklere sığmayan sayısız ölü ve yaralının AH’ı hep yakanızda olsun.
Allah sizi bildiği gibi yapsın.
Bilesiniz ki;
Trafik; canavar-manavar değildir;
Canavar olan sizsiniz.
Trafik Masumdur..
 

(Nisan/2013, İstanbul)

SEN YAŞTAYIM

İNSANIN MAVİSİ

  Bu sabah deniz, kendimin "Di'li geçmiş zaman"ı. Bir vakit bendeki mavinin solmamış hali. Çocukça güldüren, aşkça ürperten, b...