Pazar, Nisan 26, 2009

Saçları Kınalı Kadın

Ayların en güzeliydi.
Mayıs’tı.
Yıldızların mavi pırıltılarının gök kubbede uçuştuğu berrak ve dingin bir geceydi.
Zamanların da çok eskisiydi.
Uzun savaş yıllarının yorgunluğunun ve yoksulluğunun tüm ülkenin üzerine karabasan olup çöktüğü uğursuz bir çağdı.
Gündüzleri tozlu sokaklarında mutsuz insanların bir gölge gibi dolaştığı bu küçük kasaba, gün batımıyla birlikte karanlığın bir parçası oluvermişti.
Tek katlı ahşap evin sokağa bakan pencerelerinde karartma gecelerinin kalın siyah örtüleri vardı.
Bahçeye bakan tek pencereden sessizce içeriye süzülen ay ışığı, çıplak tahta döşemelerin üzerindeki solgun rengiyle karanlığa can veriyordu.
Yakınlarda bir yerdeki İshak Kuşu’nun iç çekişiyle uyandı saçları kınalı kadın.
Tek katlı o ahşap evdeki, ay yüzlü ve saçları kınalı kadın.
Çocukça uykunun kollarındaki kızlarına sevgiyle baktı.
Sırtına şalını alarak, tahta kapıyı usulca açıp bahçeye çıktı.
Yeşil baharın baygın kokusuyla dolu tertemiz havayı içine çekerek bir süre burada bekledi.
Gecenin bu ilerlemiş saatindeki hafif rüzgarın serin elini vücudunda duyarak ürperdi.
Beyaz çiçeklerle bezenmiş ve gecenin loşluğunda her biri gelin duvağını andıran kiraz ağaçlarının arasından yürüyüp, havuzun başına kadar geldi.
Her yere sinmiş olan derin sessizliği küçük havuzun kırmızı boyalı fıskiyesinden dökülen su damlacıkları bozuyordu.
Üzüm asmalarının sarıp sarmaladığı derme çatma kameriyenin altındaki tahta sandalyeye ilişerek havuzu seyre daldı.
Sihirli bir el hiç durmaksızın gökyüzüne avuç avuç pırıltılı inciler saçıyor, ne var ki bu muhteşem cömertlik havuza düşen damlalarla bir serapa dönüşüyordu.
Yakınlarda bir yerdeki İshak Kuşu içini çekti..
Öyküye göre; “Birbirine kavuşamayan sevgilileri Tanrı İshak Kuşu yapmıştı. Ve onların içlerini çekmeleri, yürek burkan feryatları da ayrılık acısındandı.”
Bu hüzünlü çığlığı duyunca başını kaldırıp geceye baktı ve giz dolu gülümsedi saçları kınalı kadın.
Kavuşamayan sevgililerin her bir öyküsü yürek yakıcıydı elbette.
Kavuşup, murada ermeyince aşk neye yarardı ki zaten?
Hem, yoksulluk ve ölümle birlikte insanın birbirinden seçilmeyen üç derdinden biride ayrılık değil miydi?
Türkü ne de güzel anlatıyordu aslında ayrılık acısını.
“Ölüm ile ayrılığı tartmışlardı, elli dirhem fazla gelmişti ayrılık..”
Doğruydu; ayrılık, ölümden acıydı..
“Ya, terkedilmişliğin acısı nasıl anlatılır?” diye düşündü bir an.
Kaç İshak Kuşu'nun çığlığı bir araya gelmeliydi bunun için bilinmez.
“O zaman bir de benim öykümü dinle yüreği yaralı İshak Kuşu” diye mırıldandı gecenin boşluğuna ay yüzlü ve saçları kınalı kadın.
Gökyüzünde ağlamaklı bulutların asılı durduğu, puslu ve kurşun gibi ağırlığıyla insanın içini daraltan o uğursuz günü hatırladı bir kez daha.
Kereste fabrikasında işçi olan kocasının akşama doğru eve dönüşünü boş yere beklemişti iki küçük çocuğuyla beraber.
Zaten bundan sonra da, tüm yaşamı boyunca ne yüzünü görecek, ne de bir haber alacaktı ondan. “Kocasının, aynı fabrikada çalışan bir kadınla kaçarak uzak diyarlara gittiğini” öğrenmişti, kendisine acıyarak bakan eş-dosttan.
Terk edildiğini anladığında derin bir sessizliğin içinde kara bir taş gibi soğuk ve suskun kalmıştı günlerce.
Yüreği aldatılmışlığın acısıyla dilim dilim doğranmış, kadınlık gururu cam kırıklarıyla örselenmiş, aşağılanmıştı.
Gözbebeklerine yerleşen sitem zamanla büyüyerek yerini öfke kıvılcımlarına bırakmış, içini kasıp kavuran yangınlar çıkarmıştı.
Çocuklarının masum yüzlerine baktıkça yüreği bir dağ gibi kabarmış, göz pınarlarında biriken damlalar önüne çıkan her şeyi yok eden amansız bir sele dönüşmüştü.
Bir kadına yapılabilecek en büyük haksızlık başına gelmiş, fedakarca her şeyini verdiği kocası tarafından başka bir kadın uğruna zalimce terk edilmiş, bu savaş ve yoksulluk yıllarında iki küçük çocukla koca dünyada bir başına kalmıştı.
Çok uzaklardaki bir deniz kentinden geldiğini bildiği kocasının ailesini hiç tanımamıştı.
Kendi ailesi ise terk edilmişliğinin üzerine bir kabus gibi çökmüştü, “kendi düşenin ağlamayacağını” söyleyerek.
Bir süre sonra da nasırlaşan yüreği ve berraklaşan zihniyle acı gerçeği kabullenmişti saçları kınalı kadın.
Paramparça bir yaşam biçilmişti demek ona iki çocuğunun babası tarafından.
O zaman, yüreği kanlar içinde de olsa kendi savaşını başlatmalı, çocukları için var olmalıydı.
Bu inanç ve onurla başını kaldırıp bitmekte olan geceye baktı..
Yıldızların mavi pırıltıları gök kubbede görünmez olmuştu..
Zamanların en kötüsüydü..
Yoksulluğun hüküm sürdüğü, ekmeğin karneyle verildiği uzun savaş yıllarıydı.
Ansızın başlayan rüzgarla ağaçların yaprakları hışırtılı sesler çıkararak sallandılar..
Küçük havuzdaki su üşüyüp, titredi..
Kiraz ağacının çiçekleri yerlere savruldu..
Oralarda bir yerdeki İshak Kuşu içini çekti..
Saçları kınalı kadın gözyaşlarını yüreğine akıttı..

Edirne, 26/04/2009

1 yorum:

  1. “Ölüm ile ayrılığı tartmışlardı, elli dirhem fazla gelmişti ayrılık..”
    Bu hangi türküden bilmiyorum;ama beni çok etkiledi.
    Saçları kınalı kadının hisleri,o karamsar zamanlardan,kocaman yüreğindeki yüce analık duygusuyla umuda yol alması ancak böyle etkili ifade edilebilirdi.Saçları kınalı kadın okumalıydı bu yazıyı...Ancak derin bir insan başka bir insanın derinliğine ilgi duyabilir.Saçları kınalı kadın kadar olamadık hiçbirimiz...
    Yazınızı ve yazılarınızı çok beğenerek ve etkilenerek okudum ve kendi yazılarıma da benzettim biraz.Yenilerini de görmek isterim.
    Sibel Sürmeli

    YanıtlaSil

SEN YAŞTAYIM

İNSANIN MAVİSİ

  Bu sabah deniz, kendimin "Di'li geçmiş zaman"ı. Bir vakit bendeki mavinin solmamış hali. Çocukça güldüren, aşkça ürperten, b...