Cuma, Mart 01, 2024

İNSANIN MAVİSİ

 

Bu sabah deniz, kendimin "Di'li geçmiş zaman"ı.

Bir vakit bendeki mavinin solmamış hali.

Çocukça güldüren, aşkça ürperten, boncukça dökülen bir mavi olmuş deniz bu kuşluk vakti. 

Evvel ezel maviydi deniz elbette.

Ben dedim diye mavi olacak değil ya !

Her daim mavi .. Suretiyle mavi .. Sesiyle mavi ..  Masmavi ..

"Midye" şiirinde Zahrad, denizlerin maviliğini etiketler okuyucunun belleğine, sade ve lezzetli bir betimlemeyle;

"Bir midye yardım 

İçinden deniz döküldü 

Masmavi 

İç içebilirsen.. " 

Denizlerin mavisi, gemilere emanet elbet.

Bir de kanatsız martılara.

Ama, kadim bir ihanet tekrarlanır hiç durmaksızın tuzlu sularda.

Denizlerin mavisini gemiler çalar, parmak izi silinmiş beyaz köpüklü maskelerle.  

Bir an kaybolan maviyi yerine koymak da, masaldaki deniz kızının gök kuşağı fırçasına emanet sanki..

Simitsiz martı olmazın nispetidir, kanatsız martının olmaklığı. 

Beşiktaş Motoru'nda, bir küpeşte boyu havaya fırlatılmış simit parçası ile yapıldı sağlaması tarafımdan.

Bir yaz akşamı Üsküdar Meydanı'nın uğultusundan dalgalarca uzaklaşırken, motordaki İstanbul Beyefendisi kemancı "fikrimin ince gülü" ne başladığında, bir eski zaman sevgilisinin balkonuna gül atar gibi yükseğe fırlattım elimdeki simit parçasını.

Ve o vakit gördüm martıların kanatsız olduğunu. 

Martıyı uçuran, kanadı değildi.. Martı simitle uçuyordu..

Ve de, simitsiz martı olmazdı, lakin kanatsız martı olmuştu işte..

İnsanın mavisiyse, sadece kendisine emanet.

Boşa değil insanın kendine özne olması, ezel ebed yalnızdı insan.

Dil bilgisi yokken de, sadece birinci tekil şahıstı insanın var olmuşluğu zamansızca.  

Varsın kanatlı olsun, bin türlü şamatayla motorun üstünden uçup giden şımarık martılar. 

Denizlerin mavisi de denize gerek.

Asıl kanatsız kalacak olan insandır.

Pırıl pırıl mavisi yağmalandığında..

İçindeki uçsuz bucaksız deniz çalındığında..

Yapraklarını döküp, solmaya başladığında ..

Uçamayacak olan insandır asıl, kendi gökyüzünde.. 


( ibrahim ethem dikmen, Mart /2024, İzmit )

Salı, Şubat 27, 2024

ALIŞMAK SEVMEKTEN ...

 

Kabullenmek, şifası insanın.. Vazgeçmekse ruhun nirvanası..

Kabullenmeyi ketleyen tatlı zehir, alışkanlığın ta kendisi.

Bir surete, bir sese, bir nefese, bir tene alışmış olmanın ağdalı bağımlılığı, örümcek  ağındaki kördüğüm teslimiyettir insanda..

Rutinin hafızaya dayattığıdır alışkanlık bilirsen.

Kontrol dışıdır. Yaşamdaki 'oldu bitti' lerin en bilinmezidir.

Ve alışkanlık, kabullenmenin katilidir hiç kuşkusuz.

Bilindik şarkının sözleri duvarlara çarpa çarpa gelirken üstüne, alışkanlık günahına kılıf bulmanın akıl oyunlarındadır insan..

 "Alıştım sana bir tanem

Alıştım her gün görmeye

Bir nefes gibi muhtacım

Sevilmeye sevmeye.."

Alışkanlığın koşulsuz itirafıdır bu, neresinden baksan. 

Hafızanın kaydettiğine muhtaç yaşamasıdır insanın. 

Kendi ekseninin topacında savrulup durmasıdır.

Tekrarlayan fırdöndüler salıncağında alışkanlığına sımsıkı sarılmasıdır.  

Bir de, ıskalanmış kabullenmelerin peşinden bakakalınan bir bölüm var ki şarkıda, son seferli trenlerin veda çığlığında yitiyor medet dileyen insanın sesi.  

"Alışmak sevmekten daha zor geliyor

Alışmak bir yara, bağrımda kanıyor

Sen yoksun, kollarım boşluğu sarıyor

Alıştım, bir tanem, alıştım sana.."

Ümit Yaşar Oğuzcan da "Alışkanlık" şiirinde, "Alışkanlıklar daima korkutur beni / Düşün ki ben, yaşamaya bile alışkın değilim" derken, alışkanlığın görmezden gelip bilinçaltında saklanan korkusuyla yüzleştirir bizi..   

Haklıdır şair, korkacaksa eğer alışkanlıklarından korkmalı insan. Ömür törpüsü amansız düşmanından..  

Oysa, insan isterse eğer şifalandırır kendini. İyileştirir bedenini ve ruhunu. Yeter ki, sallanıp durmasın alışkanlığın Araf'ında. 

Ve yeter ki, görsün ikircikli didiklemelerle kangren ettiği yarasını. 

Bana kalırsa, Lokman Hekim bilerek vermedi alışkanlığa panzehir şifalı bir tarifi. Devasını bulmayı her insanın kendisine bıraktı. 

Oscar Wilde "Herkes öldürür sevdiğini" diyor ya  o çok sevilen şiirinde, yok kimse kimseyi öldürmesin elbet. 

İlla ki öldürecekse insan, kendine kasteden alışkanlıklarını öldürsün de, şifalansın hiç bilmediği yağmur sularıyla. 

Ve herkes öldürsün kendi katilini, alışkanlık eşiğinden ayaklarını sürüyerek geçerken.. 

Kabullenmenin ötesi vazgeçmek.

Vazgeçmek, Siyam İkizi kabullenmenin.. Her biri, diğerinin matruşkası.. Birinin içinde, olmazsa olmaz diğeri var..

 Vazgeçmeyi az kullanır insan yaşamda. Bir kullanımlıktır varlığı vazgeçmenin çoğu kez. Kullan at gibi, kullan kurtul misali..

"Can Kırıkları" kitabındaki "Rüya" isimli öyküsünde vazgeçmenin bir anlık olmasının, göz kırpmak gibi istemsiz gerçekleşmesinin harika bir örneğini verir yazar Karin Karakaşlı. 

"... Beynimde bir klik sesi duydum. Ender olur, ama olduğunda inkar edemeyeceğim denli oradadır. Bilirim bir şeyin daha bittiğini, ya da hiç var olmamış olanın yitip gittiğini. Kendi buzul sesimi tanımakta zorluk çektim, ama o ses benden bağımsız son sözünü söyledi; 'İki gün sonra dönüyorum, ama sana bir daha asla dönmüyorum.' Telefonu kapatıp kayıtlı bütün numaraları sildim. Bir yalan daha yok oldu.."  

Vazgeçmek, bir klik sesi denli anlık olsa da, kendi labirentindeki yol bilmez çaresizliği bir ömür sürebilir insanın.. 

Alışkanlık iksiriyle uyuşturulmuş bir ruhun vazgeçme basamağına tutunması kolay değildir öyle.. 

Zira, gönüllü tutsaklıktır alışkanlık.. Demir parmaklıkları olmayan, kapısı kilitsiz bir zindandan kaçmayı düşünmemektir nedensiz..

Dileyelim ki, şifamız olsun kabullenmek, vazgeçmek de kurtuluşumuz..

Bizi gülümseten alışkanlıklarımıza ise sözümüz yok elbette.

Çok eski zamanlarda.. Serin güz sabahlarında, İspanyol paça pantolonlu, yeşil boğazlı kazaklı, konuşurken soluğunda dumanlar tüten bir kızla her gün aynı belediye otobüsüne binmiş olma alışkanlığı gibi gülümseten anılara da sözümüz yok elbet..

( ibrahim ethem dikmen, Şubat / 2024, İzmit )



Pazartesi, Ekim 09, 2023

TÜKENİŞ

 

Tükenmez kalemin tükenmezliği yazana emanet.

Hatrıysa; "Aaa ! Kalem bitmiş, başka kaleminiz var mı acaba? " ömürlü.

Kalemin tükenirliği boyadan sebep, bilirsin işte.

Boya dediğime bakma sen. Mürekkeplerin mavisi, denizlerin suyudur kastım.

Bu yüzdendir, tükenmez kalemi dalgınlıkla dudaklarıma götürdüğümde dilimin ucundaki tuz tadı.

                         *                         *                         *

Tükenmezlik, suretinde kalemin.. Tükenirlik fıtratında..   

Tükenmez yada kurşun, tekmil kalemin sırdaşlığı sana, kağıtla ortaklaşa.

Yazıp yazıp karalarken, yırtıp yırtıp atarken kendinin müsveddesini, paydaşlarıydı kalemle kağıt onca gizinin. 

İmecesi diğerleriyle badi parmağının, sımsıkı sarılırdı bedenine tükenmez kalemin.

Yine de, güzel olsun istediğin yazın hiç anlatamadı yüreğinde tıkış tıkış bekleyenleri.  

Sözün, yazını yendi hep.

Bundan sebep kendisini hiç okuyamadı, yüzü buzlu camda çoktan silinmiş o sevgili.  

                         *                         *                         *                   

Coğrafya insanın kaderi, insansa tükenmez kalemin kaderiydi.

Çocukluğunda yaz helvası kokan bir dükkanda, kuşlu terazi arkasında otururken hatırladığın Bakkal Amca'nın kulak arkası aparatıydı tükenmez kalem. 

Sarı yapraklı matematik defterine kurşun kalemle yazardın da; annesinin sabahları kumral saçlarını ördüğü o kızın çıtçıtlı pembe defterine "Kalbin kadar temiz bu hatıra defterinden bana da bir sayfa ayırdığın için teşekkür ederim ..." diye yazarken, satır aralarına gizlediğin aşkını mavi boyalı bir tükenmezin elçiliğine havale ederdin. 

Sonra milyon imza attın, tükenmezin milyon çeşidiyle. 

Kargacık burgacık imzalar.. Afili imzalar.. Ciddi imzalar..

Sevgisizdin bazı, harakiri yaptı bu yüzden tükenmez kalem, mavice akıttı kanını gömlek cebine. 

Bazı da, mürekkep lekeleri yoldaştı kol düğmelerine. 

Her tükenmez, kendi kaderini yaşadı eşleştiği insanda.

Yaşayıp yaşayıp tükendi kendi bedeninde.

Şimdiyse, bir banka gişesindeki ipli tutsaklığı ve elden ele dolaşan yalnızlığıyla yüreğini burkmakta tükenmez kalemin biri, bilirim ben seni..

                         *                         *                         *

Tükenmesi tükenmez kalemin, çoğu kere olmadık zamanda.   

Oysa, tükenmez kalemin bilindik ihanetidir tükenir olmak.

Yine de razı gelmez gönlümüz, tükenmesin sevgili kalem.

Annesinin kumral saçlarını ördüğü kızın, kış sabahları üşüyen ellerini nefesimizle ısıtır gibi öpsün soluğumuz tükenmez kalemi..

Yüreğimiz denli sıcak olsun da, soğumasın boyası.. Ve yazsın tükenmez kalem her vakit.

                         *                         *                         *

Tükenmez kalemin tükenişi boyadan, insanın tükenişi insandan sebep.

Ruhdaşlık desen, matematik üstü bir ihtimalle denk düşmesi insanın ruh aynına.

Ansızın yolunun kesişmesi, pervanelerce uçup durduğu ateşten bir ruhla.

İnsanın tükeniş öyküsüyse, ruhdaş yoksunluğunun ta kendisi.

Kış sabahları üşüyen ellerini ısıtabilmek için salt kendi nefesine muhtaçlığında saklı insanın ruhça yalnızlığı.

Ve ruh ışığına dokunulmaz olunca başlar tükenişi insanın.. 

Bir de yanlış dokunuşların falçata kesikleriyle dilim dilim olduğunda .. Yara bere içinde kaldığında..


( ibrahim ethem dikmen, Ekim/2023, İzmit )

Pazartesi, Eylül 18, 2023

HÜZNÜNDEN SABIKALI EYLÜL


Saymam ben bu yazları.

Yazdan saymam.

Vallahi saymam.

Hatıra binaen bile olmaz, ısrar edilmesin.

Billahi de saymam.

Evlerin pencerelerinden mahalleye yayılan kızartma kokulu akşamüstülerinin büyülü tütsüsü.. 

Kızılca kıyamet bir ufka doğru sönmekte olan güneşin, ter içinde oynayan çocukları samansı bir toz bulutunda yuttuğu sokaklar.. 

İkide bir pencereden sokağı koloçan eden, tülbentle sıkıştırılmış ağrılı kadın başı..

Kanatlı ahşap kapının eşiğinden atlayıp sarı ışıklı ampulle aydınlatılmış küçük havuzlu bahçeye girdiğinizde, muşamba örtülü masadaki sinekkaydı tıraşlı adam.. Adamın önünde kiremitte balık ve Kulüp Rakısı.. 

                    *                    *                    *                    *                    *                    *

Gündüzleri öğlen sıcağında, havada asılı incir sütü yapışkanlığı..

Geniş yapraklı incir ağaçlarının dibinde, sabırsız sevgililere öykünmüş sabırsız incirler..  

" İncirler olana kadar kalsaydın bari

Onlarca sözden birini tutsaydın bari

Beni böyle habersizce alıp giderken

Bavuluna kalbimi de atsaydın bari " 

diyen şarkıdan habersiz incirler ..

İncir tadında yazlar.. Kızartmalı sofralar tadında huzur.. Yapış yapış yazlar.. Yapış yapış çocukluk.. Yapış yapış aşk..

                    *                    *                    *                    *                    *                    *

Yazların katili eylül ! Hem de en serisinden, en kıdemlisinden, ve de kadrolu olanından.

Eylülün hüznüyse pişmanlığından..

Timsah gözyaşlı eylül !

Hüznünden sabıkalı eylül !

Domatesler dilimlenecek. Yeşil hıyar, taze maydanoz da var. Kızarmış ekmek bir de. Kendime demlediğim çay. Serin sabahlı bir eylül karşılaması.

Sonrasında çiseleyen yağmur. Kalabalığına karıştığım caddeler. Kolları sıvanmış beyaz gömleğimin üstüme yapışması. Ayaklarımda ıslaklık hissi.

                    *                    *                    *                    *                    *                    *

Hangi eylülde yazdım bilmem ! Şimdiki eylül hatırlattı dizeleri;

"Önümde yürüyen

sarışın kadın

Siyah, astragan

mantonuz ne güzeldi

Yakası kürklüydü

üstelik

Yanlış anlamayın

ama

size çok yakışmıştı "

Derken; sureti tanış, ismi bildik, davudi sesli, yakışıklı bir edebiyat öğretmeni beliriverdi yanımda bir eski zaman sınıfından.

Pos bıyık altı dudaklarından dökülen Enderunlu Vasıf'ın muhteşem dizelerini, tebeşirle kara tahtaya yazdı yazısı güzel bir kız öğrenci. 

 " O gül endam bir al şale bürünsün yürüsün 

Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün.. "

Vasıf da, eylülde mi yazdı acep ben gibi !

Şiir yazdıran, aşık eden eylülde..  

Astragan mantolu kadın da, Vasıf'ın gönlünü kırmızı şalının ucunda sürükleyen gül fidan boylu güzel de eylüle ait zamansızca.

Gül endam yok şimdi.. Vasıf da yok ..

Bir gün yakası kürklü siyah mantolu kadın da olmayacak..

Benim eylül kokulu şiirlerim de..

Ama eylül, hüznü ve aşkları ile insana hükmetmeye çağlarca devam edecek.. 

                    *                    *                    *                    *                    *                    *

Balkondaki kafeste üşüyen muhabbet kuşunu unutmuş siyah gözlüklü adam.

Görmediği kadınlara aşık oluyor. Görmeden seviyor her birini serin eylül sabahında.. 

Kuş titriyor, umarsızca tüylerini kabartıyor..

Küçük balkondaki siyah gözlüklü, görme engelli adam da eylülden nasipli..

Eylülün üleştirdiği hüzünden ve aşktan paylı..

Adam görmeden aşık olacak elbet sokaktan geçen kadınlara.

Eylül herkesin çünkü..

Yüksek ökçelerinin kaldırımdaki tıkırtısından biliyor adam aşık olacağı kadınları..

Enselerindeki gül kokusundan seçiyor onları..

Giz dolu gülümsüyor sonrasında muhatabı belirsiz..

Eylül, hüzünce ve aşkça bir mevsim, takvimlere işaretli.

Sihirli eylül..

Mahlep şarabı sarhoşluğunda eylül..

Hüznünden sabıkalı eylül !

( ibrahim ethem dikmen, Eylül 2023, İzmit)     


Salı, Ağustos 29, 2023

YALNIZ EVLERİN TUHAF SESSİZLİĞİ


 "Yalnız evlerdeki tuhaf seslere takıntılıyım" dedim Ana Kraliçe'ye.

Sonra devam ettim; "Lütfen koloninize söyleyin, geceleri yalnız evimin içinde ayak parmaklarının uçlarında yürüsünler." 

"Ha ! Bir de çocuklarınız Anne Kraliçe, onlar da koşuşturarak oyun oynarken lütfen daha az şamata yapsınlar, olur mu Sevgili Kraliçem!"

Sıcak bir ağustos gecesinin saat bilmem kaçında, zifiri karanlık evimin yatak odasından böyle seslendim Ana Kraliçe Karınca'ya.

Beni duyduğundan hiç kuşkum yok.

Hatta, o kocaman gözlerinden fışkıran muzip ve mavi bir ışığın, karanlığın içinde bir an yanıp söndüğünü de hissettim.  

Ama, Sevgili Anne, bir kraliçeye hiç yakışmayacak şekilde davrandı bence.

Yalnız evimin sessizliğini bozmamaları ricamı umursamadı.

Kolonisine dönüp, o güzel başındaki antenlerini "boş verin" anlamında sallayarak, mutfak tezgahının üstündeki vişne reçeli damlacıklarını çocuklarıyla birlikte yemeye devam ettiğinden adım gibi eminim. 

Nereden bilecekti ki Ana Kraliçe !

Tuhaf seslerin zamansızca cirit attığı mekandır yalnız evler.

Hele ki, geceleri.

Eşyalar, hiç bilinmemiş alfabesiz dilleri konuşur yalnız evlerde.

Alfabesi olmayan dillerse, dil bilgisinden muaf elbette.

Harfler silik, heceler anlamsız, sözcükler tuhaf oluyor yalnız evlerin nesneleri konuştukça.

Yazısı yok, telaffuzu hepten zor, tuhaf sesler alfabesizliğinin.. 

Söz gelimi, tavan arası çıtırtısı, buzdolabı tıkırtısı şeklinde kodlanmış tuhaf seslerin şifreleri nedir ki gerçekte ?

Genleşen ahşabın esnemesi mi, yokuş yukarı çıkmakta olan yaşlı buzdolabı motorunun soluk soluğa kalması mı duyduğun ?

Yoksa muhteşem bir devinim mi, bir çıtırtının karanlık gecenin koynundayken sana armağanı !

Bir yel değirmeniyle birlikte dönüyor olmanın sarhoşluğu gibi, hayatındaki yitik sesleri ve silinmiş yüzleri, oraya buraya gizlenmiş anıları ansızın gecenin orta yerine saçan, böylelikle eşsiz bir devinime sebep olan bu minnacık çıtırtı öyle mi ! 

Bir tavan arası çıtırtısı nasıl olur da sayısız anıyı çağırır dersen, belleğin ve ruhun tetikçisidir geceye gizlenmiş tuhaf sesler bilesin..  

İşte, çocukken yaramazlık yaptığında, gaz lambalı ahşap evlerin tavan arasında yerleşik olduğunu sandığın "parlayan gözlü" devle korkutulman ..

İşte masalcı teyzelerin ballandıra ballandıra anlattıkları, senin tüylerini diken diken eden hayaletli, hortlaklı, kesik başlı hikayeler ..

Ve daha niceleri ..

Seçmek sana kalmış. Beğen beğendiğini.. Gülümse istediğine.. İstediğine de, Ana Kraliçe'nin kolonisi duymadan ağla .. 

Bense, gördüm hangi anıyı seçtiğini senin. 

Sen demişken, kim olduğunu bilmiyorum işte. 

Tavan arası çıtırtısıyla gelen bir suret, gözle seçilemeyen bir siluetsin ihtimal..

Huzurlu ve dingin bir yaşama etiketlenmiş 70' lerin hemen başında, o uçsuz bucaksız bağlardaki yaz gecelerinden birisi..

Bin bir çeşit meyvenin baygın kokusu dalga dalga.. 

Üzümler.. Üzümler.. Yeşil, sarı, kara üzümler.. 

Sarı parlak bir ay ışığı canlı cansız her şeyi birer gölgeye dönüştürmüş.. 

Ay'ın kendisi bazen küçük havuzun, bazen çıkrıklı su kuyusunun dibinde.. 

Ve gecenin içinde sesler.. 

Yalnız evlerin tuhaf seslerine hiç benzemeyen sesler.. 

Serin rüzgarla hışırdayan dut ağacı yaprakları.. 

Kavuşamayan âşıklar için iç çeken İshak kuşları..

Memleketimin Mahlep şarabıyla tutuşmuş on altı yaşlı kanımızın damarlarımızdaki genç yürüyüşü.. 

Ve o güzel temiz yüzlerin geceye karışmış masum fısıltıları.. 

Uzaklarda, derin uykudaki şehrin kıpır kıpır ışıkları..

İki katlı bağ evinin bastıkça gıcırdayan merdivenleri ..   


"Bir gece habersiz bize gel

Merdivenler gıcırdamasın

Öyle yorgunum ki hiç sorma

Sen halimden anlarsın

Sabahlara kadar oturup konuşalım

Kimse duymasın

Mavi bir gökyüzümüz olsun kanatlarımız

Dokunarak uçalım "


der, bir şiirinde hemşehrim Cahit Külebi.

Merdivenlerin gıcırdamasını istemez şair.

İster ki, usulca ve habersiz gelsin sevgili ..

Oysa, merdivenlerin gıcırtısı, sevgilinin gelişinin muştusu..

70' lerin 16' lıları bir muştunun hayalini kurarlardı bağ evinde, o yaz gecelerinde ..

Seslerin bir önemi yoktu.. Bütün sesler güzeldi..

Sadece, yalnız evlerden, ve onlarda yaşayan tuhaf seslerden habersizdiler henüz..


( Ağustos / 2023, İZMİT )


BİR İHTİMAL DAHA VAR


 Dejavu bu !

Hiç kuşkusuz bir dejavu hissettiğim.

Daha önce aynı şeyi yaşadığım duygusu,  tekraren ve de "aslının aynıdır" kaşeli ..

Daha önce gördüm bunu, yaşadım, deneyimledim hissiyatlı..  

Sanki aynı pazar günü öğleden sonrası.

Bir parça buzla birlikte, beyaz bir bulut çökmüş suyun kadehteki camdan göletine.

Pikapta yalpalayarak dönen 45' likte Müzeyyen'in ihtimaller ruleti oynayan ağlamaklı sesi; "bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin".

Covid yasaklısı zoraki bir tatil gününde, çoklu ihtimaller denklemi sınavından çıkmış matematik özürlüsü bir öğrencinin alacağı kırık nota nispet, şair ruhundan bir ihtimaller şiiri çıkarmasıyla tıpkısının aynısı işte yaşadığım !

Şiirde eksik söylemişim. Bilirsen eğer, çoklu ihtimaller kılıklı bir meteor yağmurundan ibarettir hayat aslında.

Çoğunu ıskaladığı ihtimalleri "ya şunda dır, ya bunda" ikircikliğine kurban eder insan..

İyisi, biraz daha iyisi, en iyisi filan derken, "sıfıra sıfır, elde var sıfır" istikametli, ve de navigasyon  tarifsiz çıkmaz sokaklardır payımıza düşen..

Samanlıkta iğne aramak denli çaresizliktir aslında, bunca ihtimal içinde gizlenmiş doğruyu ayrık otları arasından çekip çıkarma çabası..

Hiç şaşmaz ! Onca ihtimal saçılmışken ortalığa, telaşla en kötüsüne sarılır insan. 

Un ufak olup dağıldığında, kendi türbülansında sallandığında, giderek küçüldüğünde kendi boyundan, ve tırmanırken düştüğünde hayatın yakasından.. 

Durur durur da; Brütüs ihanetli, Sezar aymazlığı giysili en olmaz ihtimali sahiplenir acınası bir saflıkla..

Söylesenize ! Kendi ihtimaline, tencere kapak suretli bir ihtimali nasıl bulur ki insan..

Duydum ne dediğinizi.. Haklısınız.. Siparişi olmaz, ustası bulunmaz doğru ihtimalin.. Belki de, ne çıkarsa bahtına !

"Bir ihtimal daha" her zaman var elbette.

Seçim senin.. Sıra sıra ihtimaller raflarda duruyor işte.. 

Küsmek yok.. Sonuna kadar kendi ihtimalinin peşinde koşmalı insan.

Çoklu ihtimaller denkleminin çözümü, eşittir çaresizlik olmasın sakın. 

"Ölmek ihtimali" mi !

Bırakalım, o da şarkıda ağlayan bir sitem olarak kalsın.. 


( Haziran / 2023i İZMİT )




Cumartesi, Mayıs 13, 2023

TELAŞE MÜDÜRÜ HAYAT

 


Akşamın dar vakti, ateş almaya kapımıza gelen komşu gibiydi hayat !

Telaşlı mı telaşlı.. Huzursuz.. Daha yeni gelmişken, alacağını alıp gözü hemen gitmekte olan.

Eşleştirildiği insanın, olası kıymet bilmezliğinden endişeli sanki.

Hiper aktif bir çocuk sıkıcılığında aceleci.

Tembelliğe, bir öğretmen titizliğinde tepkili.

Ne söylense haktır sana ! Büyükanne deyişiyle, Telaşe Müdürü'sün hayat ! 

Telaşlı Hayat ! Bir meteor yağmuru çokluğundaki telaşlarını, evrendeki varlığı toz zerresi hükmünde olan insanın üstüne durmaksızın boca eden hayat !

Hızlı adımlı, yüksek nabızlı insanların, bitmez tükenmez telaşlar içinde, lunaparkta çarpışan otomobiller gibi savrulmalarından keyif alan hayat ! 

Seni Telaşlı Hayat ! Yürümeye programlanmış insanı koşturarak bedel ödeten hayat!

Onca yılın hafızayı ketleyen sayısız yaşanmışlığı içinde, elinde ateş tavası, başında yazması ve fısıltılı sessizliğiyle bir komşu teyze hatırlarım.

Hayatın durgun bir nehir gibi ağır aktığı zamanın insanlarından.

Bazı akşamüstüleri, alaca karanlıkta zor seçilen bir gölge halinde kapımızın önünde beliriverirdi.  

Ve hemen, annemin sobadan çektiği bir kürek dolusu közün, o güzel yüzünde çıkardığı gül kırmızısı bir yangınla birlikte, savuşup giderdi..

Gelirken ruh gibi sessizken, dönüşünde içinden geçtiği tülden geceyi kıvılcımlarla yakan bu eski zaman insanının telaşının nedenini sonradan öğrenmiştim.   

Batıl bir inanç vardı bu konuda, ve gece vakti komşudan ateş almanın uğursuzluk getireceğine inanılıyordu da, bundandı acelesi hatıralarımın ateşten teyzesinin. 

İyi de, hayata ne oluyordu ki !

Olanca gerçekçiliğiyle insana diz çöktüren hayatın, batıl inanç temelli uğursuzluk paranoyası olacak değildi ya !

Belki de nedensiz telaşlıdır hayat.

"Şu da yapılacak, bu da yapılacak / şuraya da gidilecek, buraya da gidilecek / onu yaptın mı, bunu ettin mi /çok iş var yapılacak, haydi yapsana, yapsana, yapsana" emir kipli, her gün tekrarlanan, itiş kakışlı, soluk soluğa koşuşturmalı söylemlerin bir anlamı yoktur belki de.     

Kim bilsin, belki de hayat masumdur !

Ona sorsan, telaşlı olan da  insandır, Telaşe Müdürü de.. 

Hayatın, hiç ateş almaya başka kapılara gitmişliği yoktur ki.. 

Tercihi telaştan yana olanların, hayat şikayetli mazeretidir duyulan, hepsi bu.. 

Aldığı ilk nefeste ağlaması telaştandır insanın bilsen. 

Bundan böyle hayatı, ateş almaya kapılara giden komşu gibi yaşayacak olmasını fark etmesindendir.

Her sabah, eşitsizlik kulvarlı yarışların yeniden başladığı bir dünyaya uyanan insan, nasıl telaşlı olmasın ki !   

Hayata direnişin telaşıyla, kendi med cezirlerinde savrulmakta olan insan, elbet duyacak kendi kalbinin davul sesini. 

Omuzladıkça hayatın yükünü, sel olup damar çeperlerine hücum eden kanının uğultusuyla elbet telaşlanacak insan.

Doğarken ağlayacak insan.. Yaşarken telaşlanacak.. Böyle biline..

Bana sorsan; hiç istemem, salyangoz vurdumduymazlığında yaşanmasın hayat.

Nerede akşam orada sabah rahatlığında, evi sırtında dolaşan bir kaplumbağanın hızına da indirgenmesin hayatın akışı.

Ama telaşlar içinde yaşıyorken biz, şekersiz sütlaç tadı olacak ağzımızda hayat her an.. 

Desem ki sana Telaşlı Hayat; makas şıkırtılarının yarıştığı bir berber salonunda, ona yaptıkların yüzünden aynada kendi yansımasına bakmaktan kaçınan bir adamın telaşlarına az biraz ara versen !

Hani çok değil Telaşe Müdürü Hayat ! Arada bir şiir yazmasına müsaade etsen ..

( Mayıs / 2023, İzmit )

 

    



 









  













  



Perşembe, Nisan 27, 2023

ALIŞKANLIĞIN KUŞATILMIŞLIĞINDIR

 


Benim alışkanlığım, Nisan'adır. Kusura bakmasın takvimler. Mayıs'larda doğmuşum, ama sevdiğim Nisan'dır. Sevgimi alışkanlığa dönüştüren de Nisan'ın ta kendisidir. İhanetimse Mayıs'adır istemsizce. Vefasızlığım, pembe beyaz çiçek açmış ağaçlaradır kiraz mevsiminden önce.

Ah Nisan'lar ! Küçük havuza düşmüş ay ışığı.. Gecenin nefesiyle titreşen sular.. Anason kokusu taşıyan rüzgarın genç ve güzel yüzdeki pembe buğusu.. Ve bir daha hiç duyamadığım o sevgili kahkahanın gecenin loşluğunda salınışı.. 

Şaşırırdım o zamanlar ! Az ötede lacivert gecenin koynunda uçsuz bucaksız bir göl uyuyorken, neden küçük havuzun labirentlerinde mutluydu yavru sazan..    

Sonra bildim .. Bildim .. Alışkanlıktı damarlarımızda köpüren zehir. Benim alışkanlıklarım Nisan'larda yaşadıklarımdı çokça.. Yavru sazanınki ise, mevsim fark etmez yaşam rutinleriydi işte kendince..

"Desem ki, vakitlerden bir Nisan akşamıdır " diye şiirine başlayan şair.. Bilesin ki, Nisan, bir limonata ile bir dilim kekten ibarettir sorarsan eğer bana.. Ve bir telefon kulübesinde limonata yerine içilen göz yaşıdır kumru ötüşleri eşliğinde.. Yeşil kazaklı, İspanyol paça pantolonlu kızların, serin Nisan sabahlarında körüklü kırmızı boyalı belediye otobüslerine binme telaşıdır Yeni Mahalle Durakları'nda..    

Dedim ya, Nisan'lar sevdiğimdir, alışkanlığımdır. Yaşamın repetesi (tekrarı) değildir alışkanlığın kendisi. Yaşam rutinlerinin tekrarlayan sayıları değildir alışkanlık. Nisan'ın yada diğerlerinin sana neler yaşattığıdır, böylesine nasıl çoğalttığıdır seni parçalarından. 

"Ayniyle vakidir", şarkıdaki gibi. Alışkanlıkların koynunda yaşar insan bebek uykulu bir teslimiyetle. Hem, hiç bilmeden alışkanlık zindanındaki tutsaklığını.

Kahvehaneden çıkmış bir adamın üstüne sinmiş sigara kokusu gibi iticidir kimi zaman alışkanlık. Adamın bunu fark etmemesidir tuhaf olan. Toz toprak içerisinde bir tavan arasında yaşamak da bir alışkanlıktır bakarsan, karanlığı ve rutubeti fark etmeden. 

Alışkanlığın, kuşatılmışlığındır. Benliğini teslim edişindir, değmez hayat rutinlerine.. Tutuculuğunun Nirvanası, vazgeçilemez kodlu yanılgısıdır alışkanlıkların. Yangında ilk kurtarılacak denli öncelikli değilken, olmazsa olmaz koşullu ve hepten geçersiz sözleşmelerle hayata bağlı olduğundur. Ve altın vuruşu alışkanlığın, bir insana körü körüne bağlılığındır.. 

Ama bilsen ki.. ! Vazgeçmek, panzehiridir alışkanlığın. Ruhunu arındıracak, seni sen yapacak olandır. Ben de bilirim elbet, sen de. Şarkı da aynısını söyler; "alışmak, sevmekten daha zordur" hiç kuşkusuz. Alışkanlığı öldürmek, omuzlarını çökerten yükü atıp devasa bir Zerdüşt ateşinde, küllerinden doğmak sonrasında, hiç de kolay değildir, bilirim. 

Alışkanlıkların, köpürerek akan bir nehirken damarlarında, vazgeçmek duvarlı barajlar örmek tek şansındır, ve de tecrübeyle sabittir yaşam sarmalında.

Belki de, bir mum alevini üflemek denli kolaydır her şey !

Sonsuz bir vazgeçiş için, bir nefes yetecektir belki de ..

(İbrahim Ethem Dikmen, Nisan/2023, İzmit)                  

   

 

            

   

 

            

Salı, Ekim 04, 2022

BİBLO TAMİRCİSİ

 


Yalnızlık, nereye gideceğini bilir sende. Gözü kapalı bilir. 

O ki, yol verdin ya sen bir kez ona, hayatında aldığın en pahalı yolcu bileti cebindedir artık, iki kişilik ve tek yön olanından hem. 

Hoşlanmadığın bir misafir geldiğini göre göre, kapı arkasından "kim o" saçmalığındaki bir soruya sığınışın var ya, acınası çaresizliğindir bilesin.

Hatırlasana, sen çağırdın da geldi, kişiye özel yalnızlığın.

Hadi artık ! El ele tutuşmuş gölgelerle bir yolculuk başlasın içinde.

Her şey flu, her şey sisler altında ne de olsa.. 

 Sözün özü, yalnızlığın eline tutunmuşsan çare diye, istikametin, yumruk kadar bir et parçasından ibaret yüreğindir artık. 

Kurtuluşun sandığın yalnızlığın, binlerce kilometrelik kılcal damarlarından taşır seni yüreğine, yolunu hiç şaşırmadan..

Ve teslim eder seni, zaten senin olduğunu zannettiğin o adrese. 

Demir Maskeli Adam'sındır artık kendi yüreğinde.

Aynasında hiç görüntü olmayansın.

The Count of Monte Cristo (Monte Kristo Kontu)' sun kendi zindanında.

Pupa yelken bir gemide forsasın, her an yalnızlıkla kırbaçlanan..  

Yalnızsın işte iliklerine kadar, ve bir kedi yemeği kadar yüreğinle yalnızsın ..

Karin'e kalsa; "bir sırt kadar yalnızsın" ..

Yalnızlığın, en ürpertici tanımlarından birini yapar Karin Karakaşlı "Yerleştirme" şiirinde; 


"Hadi bana ismini söyle

Harf sayılarından takip edelim kaderini

O ki sırt kadar yalnızsın

O ki şüphe güveleri üşüşmüş ruhuna

Herkes bir sussun istersin

duymak için içinde oynaşan ihtimalleri"


İnsanın sırtı uçsuz bucaksızdır. Kendi bozkırıdır mesafesiz. 

Çoğu kez görmediği, ama orada olduğunu bildiği güvenli bölgedir. 

Kendine yaslandığıdır, devasa dünyanın karşısında küçüldüğü zamanlarda.

Kötülüklerden yaralandığında, sıvazlanıp tedavi edildiği yerdir.

Bir de sarılmaların, fısıltılı aşk sözcüklerinin tanığıdır sırtın .. Sırlarla doludur .. Pamuklara  sarıp sarmaladığın anılarının cirit attığı bir mekandır.

Yalnızlık yürekte çöreklenir elbet dedik de .. Yürekçe yalnızlıktır kastettiğim.. 

Başkalarının da farkında olduğu yalnızlığındır bu, yüzüne yansıyandır.

Karin'in sözünü ettiği yalnızlığın yanında lafı bile olmaz, yürekçe yalnızlığının.

Sırt kadar yalnızsan eğer, yalnızlığın Sibirya'sındasın demektir. 

Senin bile dikkat etmediğin, başkaları tarafındansa hiç fark edilmeyen kuytularda kalmış bir yalnızlık düşmüştür payına. Gözden de, gönülden de sürgünlerce ırak ..

Takvime bak istersen, buzul çağını gösteriyor sırt yalnızlığın ..

Al o zaman, beyaz geceler ve limonlu votka tesellin olsun ..

Yürekçe yalnızlık, sırt yalnızlığı filan dedik ya, bir de biblo yalnızlığı var.

En çok porselenden olanını seviyorum bibloların.

Zamanı üzerinde dondurmuş, sonsuzca hareketsiz, ama beni kesintisiz izleyen bibloları oldum olası sevdim.  

Evin bir köşesinde, çoklukla bir sehpa üstünde ya da vitrinde yaşayan biblolar, yaşamımın en güvenilir tanıkları oldular.  

Dilleri mühürlü, ağzını bıçak açmayan, sadece izleyen, ama hep dosttu onlar..

Aynı şiirinde biblolar için şöyle diyor Karin Karakaşlı;


"Biblonun intiharıdır kayıp elinden

düşmesi

Gördün mü bak o bile uslu

duramadı koyduğun yerde

Korkma nolur

Korkan zalim olur

Acıya yerleştirme beni"


Canım Karin Karakaşlı !

Suçlu insanı temize çıkarmak için bibloyu intihar ettiren şair !

Kendi sakarlığımla kaç biblonun intiharına sebep olan ben, masum muyum dersin !

Her şey bir yana, hiçbir kalem bibloyu böylesine onurlandırmamıştır Karin, biblolarca teşekkür sana.

İntihar sonrası, kendi gibi yalnızlığı da parçalanır biblonun.

Ve parçalarından çoğalır yekpare yalnızlık, baş edilmez olur. 

Biblonun intiharı, senin de ondan vazgeçişindir bir bakıma.

Sanırsın çöp torbasına gidecek yalnızlığını alıp .. 

Ama intihar düşüşüyle dili çözülmüştür biblonun, her bir parçanın tanış olmayan bir dilden hüzünlü yardım çığlığı yetmez gibi, senden eksilen bir şey de razı olmaz böylesi bir gidişe.

Hadi o zaman, getirin bir Japon yapıştırıcı da telafi edelim sakarlığımızı ve yerine koyalım bibloyu orasından burasından tutturarak iğreti de olsa..

Biz yapamazsak eğer, bulalım bir Biblo Tamircisi en iyisinden!

Bilirsen eğer, biblo gibidir insan da, kırılmaya müsaittir, camdandır..

Onun  da kırıldığında çoğalır yalnızlığı.

Kendi parçalarının kesikleriyle dilimlenir insan, porselenden olmadığı için..

Ama, keşke çizgi filmdeki gibi olsaydı;

Kırılmış tahta atının başında ağlayan çocuğun yardımına koşan kırmızı pelerinli ve iyi kalpli sihirbaz; 'Abra Kadabra / At yeni ola' dediğinde, parçaları birleşip ayağa kalkan tahta at gibi kolayca iyileşebilseydi insan da kırılıp döküldüğünde..

Tuz buz olup parçalarına ayrıldığında, bir Mavi Saçlı Peri koşabilseydi yardımına, masallar ülkesinden uçarak gelen ..

Ya da Biblo Tamircisi tabelalı bir dükkanda, insan da toplanabilseydi keşke kırılmış parçalarından ..


( ibrahim ethem dikmen, Ekim/2022, İzmit )  



Cumartesi, Temmuz 30, 2022

HAK ETTİKLERİN IŞIĞINDIR "IŞIK ADAM"

 

Asansörle aşağıya inerken, yanıma aldıklarımı bir kez daha kontrol ediyorum.

Güneş gözlüğümü şimdilik saçlarımın üzerine tutturmuştum zaten. 

Cep telefonum, okuma gözlüğüm ve burun spreyim küçük çantamın içinde. 

Şapkam şortumun bel kısmında, kulaklığımsa kulaklarımda takılı.  

Hazırım yani. Asansörden indiğimde, evime sadece yirmi otuz metre uzaklıktaki kent içi ormanlık alana ulaşıyorum. 

Sıcak bir temmuz gününün yaz akşamüstünde, yüksek ağaçlarla süslü küçük ormanımın serin ve hoş havası ile sarmaş dolaş oldum işte. 

Şimdi kronometreyi de çalıştırdım, altmış dakikalık yürüyüşüm başlasın diye.

Ve son olarak youtube' dan, şarkı listemi açıyorum.

Yürüyüş boyunca kulaklarıma değecek şarkı seslerini en yüksek seviyeye çıkartıyorum.

Dünyanın, saygısız ve bencil seslerini duymak istemiyorum çünkü. Evet, evet.. Doğup büyüdüğüm, ve her şeyimi borçlu olduğum, şimdi ise sevgisizlik ve hoyratlığın kol gezdiği bu coğrafyadaki hiçbir sesi duymak istemiyorum şu an. 

Öyle ki, biraz uzaktaki kara yolundan gelen trafiğin uğultusunu dahi duymaya tahammül edemez durumdayım.

Acaba kör mü olmalıyım (!) Sinsi bir çıkarcılığın, her adımda karşıma çıkan küstahlıkla beslenmiş nezaketsizliğin, her köşe başında pusulanmış duygusuzluğun, kötülüğe yeminli mutlu yaşam katillerinin pervasızca dolaştığı sokakları görmesem daha iyi olacak sanki.

Ve işte, şarkılarımla birlikte yürümeye başladım bile.

Akşam güneşinin sık yapraklı ağaçlar arasından düşüp oynaştığı yeşil çimenler üzerindeki adımlarım çoğalmaya başladı.

Cep telefonumdan kulaklarıma koşarak gelen ilk şarkının melodisini işitir işitmez, bunun Işık Adam'ın bir şarkısı olduğunu anlıyor, ve adını da biliyorum.

Sesi sonuna kadar yükseltiyorum, ama bir tatminsizlik içindeyim. 

Şarkının o insanı kurşuna dizen sözlerini Işık Adam'ın tatlı sesinden çok, çok daha yüksek volümde duymalıyım,  hatta bağıra çağıra söylemeli o ; ormanı, kenti, belki de dünyayı çınlatmalı şarkısıyla..

'Olanlar Olmuş', kulaklarımdan ruhuma dalgalarca akarken, dayanamayıp kendi sesimi Işık Adam'ın sesine katıyorum;


"Giderken bıraktığım

Asmalar üzüm olmuş

Yerlerde bütün kollar

Bütün bağlar bozulmuş


Ben mi geç kaldım yoksa

Mevsimler mi soğumuş ?

Görmeyeli buralara

Olanlar olmuş, olanlar olmuş... "

***

Sen de biliyordun kuşkusuz, Işık Adam !   

İnsan bir daha dönülemeyecek yerlerden gider bazen. 

Bir kez gidildi mi, artık dönülmeyen yerlerdendir ardında bıraktığı. 

Tıpkı çocukluğun gibi Işık Adam !

Çocukluğundan gittiğinde, dönülmez bir yerdir orası senin için bundan böyle..  

Yine de çıkıp gelir insan bazı kere, o dönülmesi mümkün olmayan, sahipliği çoktan el değiştirmiş kendisinin olmayan yere.. 

Ah ! Bilsen, sadece bir yanılgıdır bu .. Bir halüsinasyon, aldatan bir gölgeler oyunudur zihninde ..

İnsan döndüğünü zanneder şarkındaki gibi .. Hiç dönmemiştir oysa !

"Giderken bıraktığı asmaların üzüm olduğunu, bütün bağların bozulduğunu, mevsimlerin soğuduğunu" hisseder üşüyerek.

"Ben mi geç kaldım" pişmanlığının dişlilerinde kemikleri tuz buz olur..

Söylesene Işık Adam ! Dönmenin kendisi, dönüp geldiği yere önceki gibi tutunması değil midir insanın !

Derler ki; "Işık Adam askerden döndüğünde, giderken ardında bıraktığı ve büyük bir aşkla bağlı olduğu kadının, en yakın arkadaşıyla nişanlandığını öğrenmiş de, bu yüzden yapmış 'Olanlar Olmuş' şarkısını..

Hikayen can yakıcı Işık Adam !

Ama öğrenilmiş çaresizliğimiz var her birimizin.

Dünya kötü bir yer bilirsin .. Aşksa bir köpük baloncuğudur nefesinle uçurduğun, ve de bir fiskelik canı olan..


Bıraktığın yer, ihanet faylı depremlerle harabeye dönmüşken, dönmek midir şimdi seninkisi !

Tutunacağın hiçbir dal yok ki hem, "tamam döndün işte" diye, nasıl diyelim ki sana..

Sen yokken tekinsiz aşkının elleri kırdı, paha biçilmez sevginle kaskolu o dalları, ne yazık ! 

***

"Giderken bıraktığım

Gökyüzü toprak olmuş

Yıldızlar, çakıltaşı

Güneş bir yaprak olmuş


Ben mi yaşlandım yoksa

Dünya mı alt üst olmuş?

Ben gideli buralara

Olanlar olmuş, olanlar olmuş

Olanlar olmuş, olanlar olmuş .."

***

Bir halk deyişi bilirim ben, Işık Adam ! 

Her ayrılık başlangıcındaki vedalaşma seremonisinin olmazsa olmazıdır sanki.

"Gidip de gelmemek, gelip de görmemek var" diyerek bir kucağa bırakır insan kendini, son kez sarılmayı çağrıştıran bir teslimiyetle..  

Söylenmese daha iyi ya, gidip de dönememe, dönüp de bulamama ihtimali zehirli mantarlarca köpürtür yürekleri gider ayak..    

Bu yüzden Işık Adam; "Gökyüzünün toprak, Yıldızların çakıl taşı, Güneşin bir yaprak" olma ihtimalinin lafı bile olmaz; gidenlerin dönmediği, dönenlerin de bulamadığıyla girdiği ihtimaller yarışında..

Ve olanlar olacaktır hep .. Biz de yaşlanacağız, dünya da alt üst olacak dönüp durdukça .. Bize olanlar hep olacak .. Bir an fark etmesek bile, olanlar olmuş olacak ..

***

Dünyadaki her şey Işık Adam'ın şarkısından ibaret olduğu halde, ormanımda yürümeye devam ediyorum.

Çevremdeki canlı cansız gölgelerin tümüne ilgisizim.    

Sadece düşüncelerim bana ait, vücudum ayaklarıma, yön duygumsa adımlarıma emanet yürüyorum.

Dakikalar ve adımlarım soluk soluğayken, kulaklarımda hep aynı şarkı.. 

Bittikçe tekrar dinliyorum. Sonra tekrar dinliyorum. Sayısız kere, tekrar tekrar dinliyorum. 

Hiç kimse duymuyor şarkıyı ormanımın paydaşlarından. 

Bense, 'Olanlar Olmuş' u, içimde bağırta bağırta dinliyorum..

Şimdiye değin canımı yakmış ve beni eksiltmiş 'Olmuş Olan' her şeye nispet, ormanımda yankılanan çığlıklarla dinliyorum.. 

Sonrasında ve sadece birkaç saat ötesi evimde dinlenirken, televizyon ekranında geçen alt yazıyla öğreniyorum Işık Adam'ın öldüğünü.. 

Hiç tepki vermiyorum.. "Hadi canım ya ! Biraz önce birlikteydik yürüyüşte. Hem de şey şarkısıyla .. " bile demiyorum.

Şey şarkısı mı !! Aman Allah'ım, biraz önce bağıra çağıra dinlediğim şarkının ismini hatırlayamıyorum. 

Işık Adam'ın ölmüş olmasının önüne geçiyor şarkının ismi.. 

Neydi ya ! Bütün bu yazdıklarımı bana düşündüren şarkının ismi neydi, ne !

Birisi şarkının ismini söylemese, çıkamayacağım bu travmatik duygu sarmalından biliyorum..

O sırada, televizyon ekranında, bir koronun önündeki solist adamın türküsünü işitiyorum;

"Elinde divit kalem

Leylim aman aman, 

Leylim aman aman, Sarı Gelin !

Dertlere derman yazar, oyy !!

Nenen ölsün Sarı Gelin..

Sarı Gelin aman, aman.."

***

Sen ölme n'olur Işık Adam !

Söz, bütün şarkılarını anlatırım ben elimde divit kalem, gücüm yettiğince..

Zaten şarkı sözlerini ben yazmış gibiydim senden habersiz..!

Sen ölme n'olur !

***

Benden seni bir kelime ile anlatmamı isteseler, hiç tereddütsüz "Işık" derdim. 

Tertemiz, berrak ve duru yaşamın; pırıl pırıl ışıklar içindeki sesin, parlak ışıklarla sarıp sarmalanmış şarkı sözlerin ..

Bir kuşağın aşklarının tanığısın sen sesinle, şarkılarınla .. Milyonlarca insanın gençliğinin yoldaşısın ..

O kadar bilinensin ki, seni okuyucuya anlatmaya çalışmak saygısızlık olacak ..

O kadar çok sevgiyi hak ettin ki sen, yüreğindeki iyilikle ve etrafına saçtığın ışıkla Işık Adam !

Hak ettiğin her şey ışığın olup, yolunu aydınlatsın gittiğin yerde !

Işıklar yoldaşın olsun "Işık Adam" !

Işıklar içinde uyu İlhan İrem.. !


( Temmuz / 2022, İzmit )


 



Perşembe, Temmuz 21, 2022

ÖYLE Mİ ÇOCUK

 İnsan etine defalarca sokup çıkarılan bıçağın merhametsiz ıslığı ..

"Ölmek istemiyorum" derken, hayata son kez bakan gözleri görmezlikten gelen arsız vicdan ..

"Namus işi" diye öykünürken, namussuzluğun ve ahlaksızlığın kitabını yazmış çürümüş beyin ..

Kız erkek demeden küçücük çocukları istismar eden iğrenç şehvet ..

Anne, eş, kardeş, sevgili demeden; kadın üzerinde mutlak bir sahiplik iddiasında bulunan kapkara cehalet ..

Bu acımasız dünyada; bir lokma yemek ve bir yudum sudan başka beklentisi olmayan dilsiz canlıları kandırıp, onlara tecavüz ve ölüm biçen kusturan sapıklık..

Toprağı, suyu, börtü böceği, doğayı katledip yok ederek, gelecek kuşakların yüzüne tükürmesini şimdiden hak eden inanılmaz ahmaklık ..

Sokaklarında birbirini sevmeyen, diğerinin hakkına saygı göstermeyen, kaba, hoyrat ve iğrenç bir çıkarcılık giysisiyle dolaşan insan müsveddeleri ..

Ve sevgisizlikle mutsuzluğun el ele verdiği, güya adına yaşam denen ruhsuz bir labirent..

Tüm bu kötülükleri bize bırakıp gittin öyle mi çocuk !

Hem de dördüncü yaşında..

Bu sıcak yaz akşamında; bir gazete sayfasından çıkıp, güzel gülüşünle yüreğimi ağlattın çocuk !

Cennetinde çok mutlu yaşa e mi !

( Ağustos / 2019, İzmit )


20 YAŞ ALTIM .. 65 YAŞ ÜSTÜM ..

 


Biliyorum, kabullenmek çok zor. Herkes için zor. Benim için de öyle. İnsan kendi yaşam yolculuğunun bedeninde yarattığı değişimi çaresizce izliyor. Çıkmaz bir sokakta yaşadığımıza benzer bir teslimiyet duygusu içerisinde. Bazen de, bir ayna karşısında içimizi acıtan bir tebessüme dönüşüyor bu çaresizliğimiz.
Zaten üstat Cahit Sıtkı, hepimizin bildiği Otuz Beş Yaş Şiiri'nde bir feryada dönüştürür bu çaresizliği.
“Şakaklarıma kar mı yağdı ne var,
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz ?
Ya gözler altındaki mor halkalar,
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar ? “
Ah, koca şair! Bilirsin de ne demek olduğunu bu çaresizliğin, yine de aynalardan sorarsın hesabını, kar yağan şakaklarının, çizgili yüzünün, gözler altındaki mor halkaların ve daha nelerin..
Böyle söylüyorum diye gücenme bana sen Cahit Sıtkı. Ben de senin gibi aynalardan alıyorum hıncımı; “Madem öyle / Git işine ayna / Canın cehenmeme..” diye şiirler yazıyorum, bütün suçu bizi kendi gözlerimize yansıtmak olan masum aynalara..
Neyse; ışıklar içinde uyusun büyük usta Cahit Sıtkı Tarancı. Ben de, yazar çizerim işte böyle ömrüm oldukça. Konumuza dönelim isterseniz sevgili dostlarım.
Hepimiz kendi yaşam yolculuğumuzdayız elbette. Muhteşem bir armağanın, bahşedilmiş bir hayatın sahipleriyiz her birimiz. Öyle ki, önünde sonunda geri alınacak birer emanettir işte avucumuzda sımsıkı tuttuğumuz.
O zaman, eminim hepiniz düşünmüşsünüzdür, hayatımızın en büyük amacı ne ola ki ? Dostlarım, hayatımızın en büyük amacı hayatta kalabilmektir hiç kuşkusuz. Diğer amaçlarımızı gerçekleştirebilmemiz de hayatta kalabilmemize bağlı zaten. Hayatta olmadıktan sonra diğerlerinin hiçbir anlamı yok değil mi ? Hepimiz doğduğumuz andan itibaren tüm yaşamımız boyunca hayatta kalmaya çalışıyoruz. Direniyoruz, büyük bir yaşam savaşı veriyoruz. Bütün mücadelemiz hastalığı ve ölümü öteleme adına. Ve de doğduğumuz andan itibaren yaşlanmaya başlıyoruz hepimiz. Günler günleri, haftalar haftaları, aylar ayları ve yıllar yılları takip ediyor adına yaşam denilen bilinmezlerle dolu bu yolculukta. Üstelik göz açıp kapayıncaya kadar gerçekleşiyor tüm bunlar. Zaman bir sonsuzlukta akıyor, kum saati çalışmaya devam ediyor.
Bu süreç içerisinde her yaşla birlikte değişiklikler oluyor bedenimizde. Belki ruhumuzda da. Genç yaşlardaki diriliğin ve dinçliğin, yavaş yavaş bizi terk etmekte olduğunu hissediyoruz zamanla. Kolayca yapabildiğimiz günlük alışkanlıklarımızın, örneğin uykumuzun bile değiştiğini fark ediyoruz şaşırarak. Bazı sabahlar yüzümüzdeki yeni çizgiler karşılıyor bizi aynada. Bir zamanlar yer çekimine meydan okuyan cildimiz yavaş yavaş bu savaşı kaybediyor, yılların ve yaşanmışlıkların izlerini daha çok göstermeye başlıyor. Rüzgarın bile arasından güçlükle geçebildiği saçımız seyrekleşiyor, hele ki kadınların güzellik hazinesi olan kirpikler ve kaşlar azalıyor. Vücudumuz deforme oluyor. Bir zamanlar tahta gibi sert ve düz olan karnımız, yoldaki tümsek gibi gözüküyor. Neyse, bu örnekleri çoğaltarak moral bozmak değil niyetim. Zaten bütün bunlar hepinizin bildiği şeyler.
Peki, bütün bu değişim karşısında yapılabilecek bir şeyler var mıdır ? En azından bizi teselli edebilecek hiçbir şey yok mu gerçekten ? Var elbette; genetik yapımız, doğru beslenmek, hareketli yaşam, dingin ve stressiz bir ruh hali - unuttuklarımı siz sayın - yaşlanmayı geciktiren durumlar. Eh, bunları yaparak daha geç yaşlanmaya razı olabiliriz değil mi, hiç yoktan iyidir, ne dersiniz ?
Bir başka tesellimiz de; tüm insanların bu değişimi yaşayacak olması. Yani, yalnız değiliz yaşlanırken. Tabi ki bazı insanlar yaşlanmayı bile göremiyorlar. Sözümüz hayatta kalabilenlere. Düşünsenize, bazı insanlar yaşlanırken bazıları hep genç kalsa idi dünya çekilmez bir yer olurdu. Ve hatta insanlar arasında barışı sağlamak bile mümkün olamayabilirdi.
Neyse varsayım üzerinden konuşmayalım. Ama şu bir gerçek ! Gençken yaşın pek önemi yoktur bizim için. Yılların nasıl geçtiğini çok da umursamayız. Arkamızda bıraktığımız yıllar ve aldığımız yaşlar rakamlardan ibarettir sadece. Bize kendimizi kötü hissettirmezler. Hatta, yıllar çabucak geçsin de büyüyelim diye gizli bir istek bile duyabiliriz.
Gel gelelim, şemsiye tersine dönecektir bir gün. Yıllar çabucak geçecek, belli yaş eşikleri geçilecek ve insanın kendisini kötü hissedebileceği yaşlar kapıyı çalacaktır. İşte o zaman da, zamanın çabucak geçtiğinden şikayet edip geçip giden yıllarla birlikte kaybettiklerini geri almaya çalışacaktır insanoğlu. Ne yaman bir çelişkidir bu …
Sevgili dostlarım, gençliğimiz ve yaşlılığımız bizim ikiz çocuklarımızdır aslında. Tamam, birine diğerinden sonra sahip oluruz ama sonuçta ikisi de bize aittir. Tüm hayatımızı bu çocuklarımızla birlikte yaşarız. Yaşam yolculuğumuzda, iyi kötü zamanlarımızda gölgemiz gibi bizimledir onlar. Ve elbette ki biz, çocuklarımızın ikisini de aynı derecede severiz değil mi ? O zaman, gençliğini ve yaşlılığını birbirinden ayırmadan sevmeli insan. Her ikisi ile de mutlu olmayı bilmeli. Hele ki ikinci çocukla, yaşlılığı ile iyi geçinmeyi ve onunla mutlu yaşamayı kesinlikle başarmalı insan. Yoksa, yaşam yolculuğunun son istasyonları çok zor aşılacaktır, çok zor..
Evet, alışmalı insan. Kabullenmeli.. Yaşın, yaş almanın ve yaşlılığın insan yaşamının en büyük gerçeklerinden olduğunu bilmeli. Sorun yapmadan, bu gerçekle birlikte yaşamayı öğrenmeli. Sevmeli, tadını çıkarmalı, doyasıya yaşamalı ama güvenmemeli gençliğe. Bir gün sabun köpüğü gibi avuçlarından kayıp gideceğini unutmamalı. Yaşlılığın kendisine çok uzak olduğu gibi bir yanılgıya düşmemeli.
İşte, tam da bu cümleden hareketle yazdım bu yazıyı. Evet, yaşlılığın kendisine çok uzak olduğunu düşünmemeli insan. Şimdi genç olmakla birlikte, bir yaşlı adayı olduğunu hiç aklından çıkarmamalı. Günlerdir televizyon ve internet gibi iletişim araçlarında, salgın nedeniyle yaşlı insanların gündem olduğunu görüyoruz. Yaşlılığın neredeyse suç, kusurlu ve hatta ayıplanacak bir şey olduğu gibi bir algı oluştu birden bire. Öyle ki, hoyratça espri konusu yapıldı bu durum. Terbiye yoksunu bazı çocukların kendi dedelerinin yaşları ile alay ettiklerini bile gördük. Kendilerine polis süsü vererek yaşlı insanları korkutup eğlenmeye çalışan bazı hödükler de gördük. Bu edepsizlikleri yetmezmiş gibi, çektikleri video görüntülerini sosyal medyada paylaşmalarını tiksinerek izledik. Bu kendini bilmezlerin ortak yönü, bir gün kendilerinin de yaşlı insanlar olacaklarını unutacak kadar akıl tutulması içerisinde olmaları idi.
Neyse, biz bu cahillere Orson Welles’in “I know What It is To Be Toung” şarkısından bazı dizeleri hatırlatmakla yetinelim bence;
“Ben genç olmanın ne olduğunu bilirim
Fakat sen,
Sen, yaşlılığın ne olduğunu bilemezsin
Bir gün sende aynı şeyleri söylüyor olacaksın
Zaman geçip gider ve hep bu hikaye anlatılır… “
İşte böyle sevgili dostlarım; “gençlik ve yaşlılığı doyasıya yaşayalım” derim ben. Her birinin güzelliklerini kesinlikle ıskalamayalım. Hayat denen mucizenin, o muhteşem armağanın tadını çıkaralım.. Ömrümüz rüzgar gibi akıp giderken; 20 yaş altı mıyız, 65 yaş üstü müyüz, yada yaşam basamaklarının hangisindeyiz diye düşünmeyelim, takılıp kalmayalım takvimlere..
Gözlerimizdeki yaşam pırıltısını, sesimizdeki iyilik dolu tınıyı ve kalbimizdeki sevgi kabarcıklarını kaybetmeyelim, bunlar yeter bize …

( Nisan / 2020, İzmit )

BENİ ÇAĞIRACAKTI

 

Korona virüs pandemisinde, zamana da bir şeyler oldu.
Her zamanki zaman değil artık o !
Önceden de hızla akıp giderdi insanoğlunun bu en kıymetlisi.
Yaşamın altın tepside sunduğu bu eşsiz servet, hiç bitmeyecekmiş gibi hoyrat bir müsriflikle bol keseden harcanırdı insan denen meçhul tarafından.
Sonra da, haksız bir siteme muhatap olurdu zaman. Rüzgar gibi geçtiğinden şikayet edilirdi.
Salgınla birlikte günlerin adı çeşitlendi öncelikle; pazarın çarşambanın yanına açık / kapalı, yasaklı / serbest lakaplı günler geldi.
Bir lokmacık oluverdi günler. Sanki belirsiz bir el yakasından tutup, yirmi dört saatin altına çekiverdi bir günü. O da peşine takıldığı hafta ve aylarla birlikte, zaman treninin en aceleci yolcular kompartımanında akıp gitti raylar boyunca ..
Öyleydi evet.. Önceden de su gibi akıp gidiyordu zaman. Ama şimdi şelale gibi akıyor artık.
Sanki arkasından atlı değil de, yedi başlı ejderha kovalıyor.. Göz açıp kapayıncaya kadar değil bu akış, iki kirpik arası yolculuğun daha yarısı olmadan geçip gitmiş oluyor acımazsızca..
Oysa tam tersi olmalıydı. Ayağını gazdan çekip, vites küçültmeliydi zaman salgın sürecinde.
Öyle ya; sokaklardan kısıtlanmak, insan ilişkilerinde eksilmek, yaşamın duvarlar arasına sıkışması.. derken durgun bir nehir gibi yatağında telaşsız akmalıydı zaman..
Zaten sorun, yaşamın özündeki o telaş değil miydi ! İnsanoğlu bu harikalar (!) çağında koştura koştura ve taşikardik telaşlarla yaşamıyor muydu sanki..
Belki de hala pandemi öncesindeki hızıyla akıp gidiyordur zaman. Belki de sadece benim yanılsamamdır, göz bağımdır bu durum..
Ama en azından, artık zamana hükmedemediğimizi biliyoruz. Bizim olan zamanı salgın yönetiyor artık. Bize zimmetlenmiş olan zamanı, istenmeyen misafir korona virüs harcıyor bizim yerimize. Zamanı kullanmaktaki müsrifliğimizin bedelini ödüyoruz belki de. Salgınla geçirdiğimiz her an, bir başka türlü eksiltiyor bizi yaşamdan ve zamandan ..
İşte kendi zamanımızı biz değil de, gözle görülmeyen küçücük bir yabancı böylesine pervasız harcadığı için boyu kısalıyor bizim olan zamanın.. Ve bizde bir telaş.. bir telaş.. İçinde biz olmadan hızla akıp giden zamanımızın peşinden bakakalıyoruz..
Aylar geçmiş aradan.
Salgın sürecindeki ikinci anneler günü bugün.
İlki yoktu benim için.. İkincisi de yok.. Sonrakiler de hiç olmayacak..
Sadece ben değil elbette, içimizden bazıları da yaşıyor bu yokluğu ve hep yaşayacaklar..
Ah pandemi ! "Hepsi senin yüzünden" demek istemiyorum ama "sen olmasaydın eğer farklı olabilir miydi" diye düşünüp, bir kara delik tarafından yutulmama da engel olamıyorum..
Son günlerinde bir sabah uyandığında; hep yanında olmuş ablama "ben Ethem'i çağıracağım" deyip, "anne salgın var, şimdi gelemez, seyahat yasağı da var, bunlar bitince gelir" cevabıyla boynunu büküp, "tamam o zaman" teslimiyetçiliğini yaşayan anneme veda edebilir miydim bilemiyorum..
Bildiğim şeyse; bu cümlenin, yaşamım boyunca ve bir seri katil acımasızlığıyla artık peşimde olduğudur..
Takvimler 09 Mayıs 2021' i gösteriyor.
Bugün, Anneler Günü.
Sabah uyandığımda; "ben Ethem'i çağıracağım" cümlesini, yumruk kadar bir et parçasından ibaret kalbime mıh gibi çakıyorum..
Bu sabah, kendi kanımı akıtıyorum ..

( Mayıs / 2021, İzmit )


Çarşamba, Temmuz 20, 2022

BİR KIYMIK ACISI ( Annemin 24' üncü yaşı ve bir teşekkür borcu )

 




Sevgili dostlarım; “kıymık” ne demek hepiniz bilirsiniz hiç kuşkusuz. Yazmaya başlamadan önce TDK Türkçe Sözlük’e baktım. Kıymık; “çok küçük ve sivri tahta, demir veya kemik parçası” imiş. Bazen gözle dahi zor görülebilen bu küçücük nesnenin ne olduğunu bildiğimiz gibi, bize yaşattığı acıyı da biliriz hepimiz.

Öyle ya ! Eline kıymık batmayan hiç kimse hemen hemen yok gibidir değil mi ? Herhangi bir iş yaparken aniden hissederiz onu. “Ben geldim işte, sana acı yaşatmak için” der gibi vücudumuzda varlığını duyarız onun. Canımızı daha fazla yakmak için çoğu zaman sinsice gizlenir kıymık. Acının nerede olduğunu hissederiz de, kendisini bulmak için bir hayli uğraştırır bizi. Ondan kurtulmak için verdiğimiz çabayla alay eder gibi bizi rahatsız edip durur. Onu vücudumuzdan söküp atmadan huzur bulamayız. Sonunda kurtuluruz elbette ondan, bize yaşattığı acıdan ve rahatsızlıktan..
Değerli dostlarım; birkaç gün önce annemin Turhal’da hastaneye kaldırıldığını öğrenince, şehirlerarası seyahat iznimi alarak yola çıktım. Salgın nedeniyle terkedilmiş ve ıssız yollarda aracımla seyir halinde iken Çorum Osmancık civarında annemin vefat ettiği haberini aldım.
İşte o an, devasa bir kıymığın tam da kalbimin ortasına bütün şiddetiyle battığını hissettim. Bu kıymık, öyle sözlükte yazıldığı gibi küçücük değildi ve bir evladın kalbini kan revan içerisinde bırakacak kadar da zalimdi.. En kötüsü de, diğer kıymıkların insan vücudundan bir şekilde çıkmasına rağmen, bu kıymığın ben yaşadıkça kalbimde saplı kalacağını ve hep canımı yakacağını anlamış olmamdı.. Evet bu benim kıymığımdı ve bundan böyle birlikte yaşayacaktık. O benim canımı acıtmaya devam edecekti durmaksızın. Bense çaresiz boyun eğecektim ona. Bazen unutur gibi olacaktım kıymığımı. Ama yaşamdaki her devinim; bir ses, bir nefes, bir insan, bir eşya, bir renk, bir gülüş, kısacası her şey bana kıymığımı ve kendi acımı hatırlatıp duracaktı..
Biliyorum, sadece benim değil, her birimizin kıymıkları vardır yaşamda. Varlığını bize hep hatırlatan, canımızı yakan kıymıklarımız.. Onlarla birlikte yaşamayı öğreniyordu ya da öğrendiğini sanıyordu insanoğlu.. Yaşam böyle sürüp gidiyordu..
"Annen artık yok ! Sonsuza kadar da olmayacak ! " diyen kıymığıma benim de bir çift sözüm olacak elbette;
"Ey kıymık !
Bilmelisin ki;
Benim annem, hep 24 yaşında !
Beni dünyaya getirdiği yaşta benim annem !
Ben de, onun beni doğurduğu yaştayım !
Annemle birlikte yaşanacak uzun bir hayat var önümüzde !
Kalbimi hep kanatsan da, acıdan ve özlemden yakıp kavursan da kalbimi, ben ölünceye kadar annem hep 24 yaşında kalacak ! "
Şair Ziya Osman Saba bir şiirinde "Bütün saadetler mümkündür" der sevgili dostlarım.. Haklıdır üstat ! Hayat Yüce Yaradan'ın öyle bir armağanıdır ki insanoğluna, büyük acılar yanında mutlu olmak da mümkündür yaşamda..
Dostlarım; acımı paylaşarak, böylesine kederli iken de mutlu olabilmenin mümkün olduğunu gösterdiniz bana.
Mutluluğumun nedeni sizin gibi dostlara sahip olmamdır elbette..
Öğretmen annem rahmetli Birsen Dikmen ve Öğretmen babam rahmetli Öcal Cabbar Dikmen'in sevgili öğrencileri..
Arkadaşlarım, dostlarım, akrabalarım, meslektaşlarım, eli öpülesi büyüklerim, akranlarım, kardeşlerim, her birinin kalbimde ayrı yeri olan güzel insanlar !
Baş sağlığı dileklerinizi ileterek acımı paylaştınız. Yanımda oldunuz, elimi tuttunuz..
Ben de hepinize tek tek ulaşarak "sizi çok sevdiğimi, sizin gibi güzel yürekli insanların hayatımdaki varlığının en büyük zenginliğim olduğunu" söylemeyi o kadar çok isterdim ki..
Minnettarlığımı gözlerinizin içine bakarak ifade etmeyi öyle isterdim ki ..
Ama içimde gittikçe büyüyen anne acısı, bu isteğimi yerine getirmemi engelliyor..
Siz, hep benim hayatımda var olun sevgili dostlarım.. Sevdiklerinizle birlikte hep sağlıklı ve mutlu yaşayın ..
Sonsuz teşekkürlerimle ..

(Mayıs / 2020, Turhal )

Beyazıt Kulesi'nin Kırmızı Işığı

 

Eski bir zamandı
Takvimler, 1977 yılının Kasım ayını gösteriyordu.
İstanbul Üniversitesi Merkez Bina Kapısı'ndan çıkan genç adam, bir an başını kaldırıp gökyüzüne baktı.
Belli belirsiz bir yağmur çiseliyordu.
Akşamla birlikte tatlı bir sonbahar tülden bir örtü olup Beyazıt Meydanı'nın üzerine inmiş, dalgalanıyordu.
Akşam telaşı içerisinde koşuşturan insanlar, yorgun şehrin hiç dinmeyen uğultusu, binaların ve otomobillerin ıslak caddeye düşen sarı ışıkları, nefes almakta olan hüzünlü bir sahnede kendi rollerini oynuyorlardı.
Akşam, sonbahar ve genç adam sarmaş dolaş oluverdiler sessizce.
Serin bir rüzgar, yağmur damlacıklarından birkaçını genç üniversitelinin yüzüne yapıştırıverdi ansızın.
Üşüdüğünü hissedince parkasına iyice sarılıp, yakasını kaldırdı.
Aksaray'a doğru yürümeye başlamadan önce dönüp arkasına baktı.
Kampüs içindeki Beyazıt Kulesi'nin kırmızı ışığı yanıyordu.
"Sevgilim" diye düşündü .. "Sevgilim" ..
İnsan, sadece karşı cinsten birini sevmekle yetinemezdi ki .. Sadece, bir insandan sevgili olmazdı ki ..
Belki de en doğru aşk, bir ruhu sevmekti ..
İstanbul Hukuk Fakültesi'ni, koridorlarını, yüzlerce öğrenci ile birlikte ders dinlediği Ebul'ülâ Mardin Amfi'sini, Roma Hukukunu, ilk kez duyduğu 1876 Kanunu Esasi'yi, hocaları Ziya Umur, Tarık Zafer Tunaya, Sulhi Dönmezer ve daha nicelerini, hukuk kitapları ile tıka basa dolu Filiz Kitabevi'ni, o ruha ait her şeyi, her şeyi seviyordu genç adam..
Sonbahardan büyük bir soluk aldı içine, akşamın yüzüne doğru mutlulukla gülümsedi ..
İstanbul ne yaparsa yapsındı, kalbine dokunan sevgilisi vardı ya, aşık olduğu ruh yeterdi ona..
Zaten genç yaşında yüreğine çöreklenen bu sevda onu hiç terk etmeyecek, yaşam boyu yapışık ikizler gibi birlikte olacaklardı.
Hızlanmış olan yağmura aldırmadan, Yedikule'de bir apartmanın bodrum katındaki dairesine gitmek için yürüyüp, İstanbul'a karıştı..
Yanından gelip geçenler onun ne düşündüğünü bilselerdi şaşırırlardı hiç kuşkusuz.
Türk Kanunu Medenisi'nin birinci maddesini tekrarlayıp duruyordu içinden genç adam;
"Kanun, lafziyle veya ruhiyle temas ettiği bütün meselelerde mer'idir. Hakkında kanuni bir hüküm bulunmayan meselede hakim örf ve adete göre, örfü adet dahi yok ise kendisi vazıı kanun olsaydı bu meseleye dair nasıl bir kaide vazedecek idiyse ona göre hükmeder.
Hakim hükümlerinde, ilmi içtihatlardan ve kazai kararlardan istifade eder." 

( Şubat/2021, İzmit )


AFFET BİZİ (R...) ANNE !

Takvimlerin 1984 yılı Temmuz ayını gösterdiği güzel bir yaz günü başlar, şimdi küçük bir kesitinden söz edeceğim yolculuğum.

Üniversite yıllarından sonra doğduğum topraklarda Tokat Hakim Adayı olarak başladı meslek yaşamım.
Sonrasında Cumhuriyet Savcısı ve Cumhuriyet Başsavcısı olarak ülkemin çeşitli il ve ilçelerinde geçirdiğim uzun görev yılları.
(26) yaşında genç bir insan olarak başladığım meslekten tam (28) yıl sonra emekli olarak ayrılışım. Emeklilik denmez belki buna. Kulvar değiştirme demek daha doğru olacak sanırım.
Emekli olduktan birkaç ay sonra adalete avukat olarak hizmet etmeye devam etmek. Hem de hiç doymadan, doymayı hiç düşünmeden..
İlk günden bu yana geçmiş olan on yıllardan sonra dönüp bakıyorum da geriye; adalete hizmet etmek aşkla bağlı olduğum bir yaşam biçimi olmuş benim için. Onsuz bir yaşam; kalbime kan akışının kesilmesi, hücrelerimin oksijensiz kalması gibi.. Adliye koridorlarının tozlu havası derimin altına sinmiş hiç çıkmazcasına.. Ve sözüm sözdür kendime; bir gün bu aşkım beni bırakıncaya kadar el ele olacağız onunla..
Dolu dolu yaşanılan onlarca yıldan öylesine anılar kaldı ki geriye, bazen kendime "hadi yaz hepsini, daha geç olmadan yaz, onlar sadece sana ait değil ki" derim. Adliyeleri, cezaevlerini, olayları, davaları, insanı, yaşamın kendisini, hepsini yazmak isterim de bir türlü başlayamam nedense. Umarım bir gün kalemim yazmaya başlar, belki de o günü bekliyorum ben.
Her neyse, asıl anlatmak istediğime geleyim. Bunca yıllık meslek yaşamımda beni üzen ve çaresizliği yaşatan sayısız olay da oldu hiç kuşkusuz. Bunlardan sonuncusunun acısı henüz çok taze. Ve bunu siz dostlarımla paylaşmak belki bana iyi gelecek kim bilir..
O zaman hadi başlayalım (R...) Anne'nin içimi acıtan öyküsüne ..
18 Mart Perşembe günü il dışından arayan bir dostum, "bir yakınının yıllar önce verilmiş bir mahkumiyet kararı nedeniyle cezaevine konulduğunu" söyleyerek, yardım istedi. (85) yaşında ve ciddi kalp hastalığı olan (R...) Anne'den söz ediyordu dostum.
Kısa süre önce kalp krizi geçiren (R...) Anne İzmit'teki özel bir hastaneye kaldırılmış, yatarak tedavi görmüş ve kalp damarlarına iki adet stent takılmıştı. Yaşı nedeniyle de daha ileri tedavi için durumu izlemeye alınmıştı.
İşte tam bu sırada, yıllar önceki mahkumiyeti nedeniyle hakkında yakalama kararı çıkartılmış olduğundan, polis hastaneye gelip kendisini almış ve (R...) Anne savcılık tarafından cezasını çekmesi için bir ilçe cezaevine yollanmıştı.
İçimde kötü bir hisle sabahı zor edip, erken saatlerde o ilçeye hareket ettim. İlk durağım ilçe adliyesi idi. Savcılık yetkilileri ile görüşüp, (R...) Anne'nin ilçe cezaevinde olduğunu öğrendim. Durumun farkındaydılar. Onun ileri yaşını ve hayatını tehdit eden rahatsızlığını biliyorlardı. Hatta devlet hastanesinden rapor alınmıştı. Raporda; "(R...) Anne'nin bakıma muhtaç olduğu, bundan dolayı cezasının infazının hayati tehlike oluşturabileceği, cezaevi koşullarında hayatını yalnız devam ettiremeyeceği" vurgulanarak, nihai kararın adli tıp kurumu tarafından verilmesi öneriliyordu.
Bunun üzerine adliyeden cezaevine geçtim. Önce cezaevi yetkilileri ile görüşüp, (R...) Anne'nin infaz dosyasını inceledim. Yetkililerle birlikte yaptığımız hesaba göre onun 20 gün sonra açık cezaevine ayrılması gerektiğini, covid-19 salgını nedeniyle açık cezaevleri kapatılmış olduğundan izinli olarak evine gidebileceği hususunda mutabık kaldık.
Bütün bunlardan sonra da (R...) Anne ile görüşmek istedim. Uzun süren bir bekleyişten sonra onunla görüş için ayrılan yerde buluştuk. Kendisini bir kadın infaz koruma memuru tekerlekli sandalye ile getirmişti. Bulunduğumuz yer bir koridor olup, boydan boya kalın bir cam perde ile bölünmüştü ve bir tarafında ben, diğer tarafında da onlar bulunuyordu.
Tekerlekli sandalyesinde (R...) Anne oldukça bitkin gözüküyordu. Hatta biraz şaşkın, ürkek ve neler olduğunu anlamaya çalışır bir hali vardı. (8) gündür cezaevinde idi ve kendisi ile ilk görüşen kişi bendim. Bu arada hafifçe titrediğini ve düzensiz nefes aldığını da fark ettim.
Yüzümdeki maske ve aramızdaki cam bloku aşarak (R...) Anne'ye seslenip, beni gönderen dostumun ve kocasının ismini söyledim. Ancak beni duymakta zorluk çektiği için infaz koruma memurundan yardım istedim. Benim söylediklerimi memur ona tekrar etmeye başladı. Buna rağmen beni gönderen yakınının ve gerekse kocasının ismini duymak (R...) Anne için bir anlam ifade etmedi. Ya da bana öyle geldi, tepki vermedi çünkü. İnfaz ve koruma memuru arkadaşımız aracılığıyla ona; "sakin olmasını, kendisini cezaevinden çıkarmaya geldiğimi, bazı işlemlerin yapılması gerektiğini, ancak bir haftaya kadar kendisini cezaevinden çıkaracağımı ve evine gidebileceğini" söyledim. Ancak o "söylediklerimi duymadığını, midesinin bulandığını ve hasta olduğunu" birkaç kez tekrar etti. Bunun üzerine memur arkadaş; "bak avukatın geldi, seni buradan çıkartacak, evine gideceksin, bazı resmi işlemler varmış, ama on güne kadar evine gideceksin" dedi. Bu sözleri duyan (R...) Anne bana baktı. O an, konuşurken kendisine "anne" diye hitap ettiğim bu güzel insanın gözleri gözlerime değdi. Daha doğrusu bakışı gözlerime mühürlendi. Çünkü; bakışında insanın yüreğini dağlayan bir minnettarlık duygusu ve "tamam, sen beni buradan çıkar oğlum" ifadesi vardı. Boğazımda kabaran ve konuşmama engel olan kocaman bir düğümü yutmaya çalışarak memur arkadaştan görüşmeyi sona erdirmesini istedim. Ayrıca, (R...) Anne'yi sakinleştirip koğuşuna götürmesini, yine geleceğimi, ona çok iyi bakmalarını da istedim. Ayrılırken (R...) Anne'ye el salladım. "Yine geleceğim anne" diye seslendim. Beni duyup duymadığının, onun da bana el sallayıp sallamadığının farkında olamadım. Çünkü o sırada, kendi barajının kapaklarını patlatırcasına gözlerime hücum eden göz yaşlarımı tutmaya çalışıyordum..
Durumu bir kez daha cezaevi yetkilileri ile görüştükten sonra adliyeye geri döndüm. Cumhuriyet Savcısı ve İnfaz Bürosu Müdürü'ne gidip mevcut durumu anlattım. Adli Tıp Kurumu'nda rapor gelmeden infazının tehir edilemeyeceğini bildiğim halde, bir an önce kendisini tahliye etmeleri hususunda ısrarcı oldum. Ancak, yasa o kadar açıktı ki, benim de onların da adli tıp raporunu beklemekten başka çaremiz yoktu.
Bu aşamadan sonra; İnfaz Savcılığına bir dilekçe vererek "(R...) Anne'nin cezaevinde kalmasının hayatı için tehlike oluşturduğunu, ileride telafisi imkansız ve üzücü bir duruma sebebiyet vermemek için acilen tahliye edilmesini, en azından hemen tam teşekküllü bir sağlık kuruluşuna kaldırılmasını" istedim. Yetkililerin bu konuda gereğini yapacaklarından emin olduktan sonra İzmit'e evime döndüm.
Huzursuz bir uykuyla geçen geceden sonra ertesi sabah saat 09:20'de çalan telefonumdaki bir ses "(R...) Anne'nin vefat ettiğini" söyledi. Telefondaki kişi anlatmaya devam ediyordu ama ben onu duymuyordum, dinlemiyordum daha doğrusu.. O an dünyada hissettiğim ve algıladığım tek şey (R...) Anne'nin gözlerime mühürlediği "yardım dileyen ve minnettarlığını gösteren", bir daha da hiç unutamayacağım bakışı idi ..
Sonrasında öğrendim ki; savcılık ve cezaevi yetkilileri talebime uygun olarak onu hastaneye kaldırmışlar ama o hastanede sabaha karşı saatlerde o güzel gözlerini hayata yummuş, huzura kavuşmuştu ..
Değerli dostlarım; maksadım sizi üzmek değil. Kendi yaşadıklarımı ve duygularımı kendime de saklayabilirdim ama (R...) Anne'nin aziz hatırasının vesile olduğu sistemin aksayan yönünü vurgulamak için bu yazıyı kaleme aldım.
Şöyle düşünün lütfen ! (85) yaşında bir kadın hükümlü var. Çok yıllar öncesinde her nasılsa almış olduğu bir mahkumiyet söz konusu. Hiç kuşkusuz; suç varsa, ceza da var. Suçun bedeli ceza olarak ödenecek elbette. Ama (R...) Anne'nin hem çok ileri yaşı söz konusu, hem de kalp krizi geçirdikten sonra tedavi gördüğü hastaneden cezaevine götürülmüş olması gerçeği var orta yerde. O çok hasta ve hayati tehlikesi söz konusu. Bu durumda bırakın cezaevine konulması, en iyi koşullara sahip bir sağlık kuruluşunda tutulması gerekiyor.. İşte tam da bu sırada, infazın ertelenmesi için yaşamın gerçeklerine uygun yasal düzenlemelere ihtiyaç var. Mevcut düzenleme; bu durumda (R...) Anne'nin tahliye edilebilmesi için öncelikle adli tıp raporunu istiyor. Oysa ki bunun için vakit yok. Zaman o güzel insanın hayatını tehdit edecek kadar hızlı akıyor.
İşte insan burada şunu düşünüyor; neden adli tıp raporu beklenir ki? Ortada devlet hastanesi tarafından verilmiş bir heyet raporu varken ve bu rapora göre (R..) Anne'nin tahliye edilebilmesi mümkünken, zaman alabilecek adli tıp raporu neden bekleniyor? Geniş yetkilerle donatılmış Cumhuriyet Savcılarına veya İnfaz Hakimlerine bu yetki neden verilmez? Zaten, esas olan insan odaklı bir infaz rejimi değil mi? İnsanlığın ulaştığı bu çağda, insan hayatını infaz edilecek bir cezadan üstün tutmak gerekmez mi?
Sözün kısası dostlarım böyle bir yasal düzenleme olsaydı; (R...) Anne, belki de hastanede değil, kendi evinde son yolculuğuna çıkacaktı.. Ama olmadı .. Çok yaşlar görmüş ve o sırada toplumun sevgi ve şefkatine en çok muhtaç olan bu güzel insan için yapmamız gerekenleri yapamadık ..
Hayatının son anlarında onu demir parmaklıklar arkasında tuttuk ..
Burada, Savcılık ve cezaevi görevlilerinin (R..) Anne'yi tahliye edebilmek için gösterdikleri insani çabayı saygı ile anıyorum. Ama ne benim, ne de onların gücü yasal engelleri aşmaya yetmedi ..
Biliyorum çok uzattım. Ama içimdeki acıyla daha o kadar çok yazabilirim ki ..
(R...) Anne'yi en azından hastaneye kaldırabilmiş olmak ruhumu sakinleştiriyor bir parça. Yine de, onu evine gönderememiş olmanın acısı sanırım beni hep huzursuz edecek ..
O zaman diyelim ki; Allah rahmet eylesin sana güzel insan..
Cennetinde çok mutlu yaşa..
Ve n'olur bizi affet (R..) Anne .. !

( Mart / 2021, İzmit )

SEN YAŞTAYIM

İNSANIN MAVİSİ

  Bu sabah deniz, kendimin "Di'li geçmiş zaman"ı. Bir vakit bendeki mavinin solmamış hali. Çocukça güldüren, aşkça ürperten, b...